Müzik festivalleri dışarıdan bakıldığında insanların sınırsız eğlendiği, müziğin hiç durmadığı rengarenk ve eğlenceli yerler olarak görünüyor çoğumuza. Henüz deneyimlemediysek ve ilgimizi çekiyorsa ‘orada insanlar kim bilir ne kadar eğleniyordur’ diye düşünmekten kendimizi alamıyoruz. Fotoğraflara, videolara, aftermovielere bakıyoruz ve gözümüze çok keyifli görünüyor. Deneyimin içinden biri olarak söyleyebilirim, evet eğlence sınırsız, görebileceğinizin en iyisi. Müzik, dans, insanlar, organizasyon, aklınıza gelebilecek her şey inanılmaz. Ama bu gerçeklik sadece bu festivallerin bir kısmını oluşturuyor. Benim gözümde bu festivaller bunun çok ötesinde, anlamı çok daha derinlere iniyor, bana ifade ettiği şeyi dans ve eğlence olarak tanımalamak asla yetmiyor, sığ kalıyor, yaşadığım deneyimin çok çok azını oluşturuyor. Gerçek benliğinizi, en parlak, en eğlenceli eşyalarınızı yanınıza alın, yargılarınızı kapıda bırakın. Hazırsanız gidiyoruz.


Her şeyi kalıplara soktuğumuz, sınırların içinde hapsettiğimiz, bütün bunları da kanıksadığımız bir dünyada yaşıyoruz. Bize benzemeyen, toplumun veya zihnimizin oluşturduğu kalıpların dışında kalan her şeyi ‘olmaz’ diye etiketliyoruz. Bilinmeyeni, tanıdık olmayanı istemiyoruz. Elle tutulur bir sebebi de olmak zorunda değil, istemiyoruz işte. Bize benzeyene, kabul edebileceğimize de ‘iyi’ diyoruz. İyi, kötü, doğru, yanlış olur olmaz her şeye bir sıfat, bir etiket koyuyoruz, sınıflandırıyoruz. Oysa bütün bu sıfatların ötesinde bambaşka bir dünya, bambaşka bir gerçeklik, bambaşka bir sonsuzluk var ama biz o kadar kalıplarımızın içinde sıkışıp kalmışız, kendi duvarlarımızı ve kurallarımızı öyle sıkı sıkıya örüp işlemişiz ki, bir adım ötesini göremiyoruz. Görmek de istemiyoruz aslında, bildiğimiz, sıkı sıkı tutunduğumuz şeylerin sahte güvenlik duygusu bize yine sahte bir iyi olma hissi veriyor.
Kurallar eğer anlamlı bir şeye hizmet ediyorsa kural karşıtı biri olmadım hiçbir zaman. Oldukça düzenli, zaman zaman kurallı, rutinleri olan, hayatımın bazı alanlarında kendimi katı olarak bile tanımlayabileceğim bir karakterim var. Dolayısıyla kendimi ‘asi’ ‘sistem karşıtı’ gibi sıfatlarla tanımlayabilecek biri değilim. Ama çocukluktan beri sorgulayan bir yaklaşımım var. ‘Neden’ diye ardı arkası kesilmeyen sorularım olur, hele ki bunu yedi sekiz yaşlarımdayken çocuk zihnimle yaptığımı gayet net hatırlıyorum. Katı olmayan, özgürlüğümüze ve düşüncelerimize önem veren ebeveynlere sahip olmanın şansıyla büyüdük kardeşim de ben de. Bu şekilde ilk çocukluk yıllarımı geçirdikten sonra ilkokula başladığım zaman saçlarımı toplamam, üniforma giymem gerektiği gibi kurallara tek bir sorum olmuştu: Neden? Bu kısıtlama neye hizmet ediyor? Üniforma giymek nasıl bir iyiliğe hizmet edebilir? Saç toplamamak bana ve etrafıma nasıl bir zarar verebilir? (Tabii o yaşta bu kadar komplike şekilde sormam korkutucu olurdu ama anladınız siz, temelinde bu düşünce vardı). Kurallar arttıkça ve ben bu kuralların ardında zaten var olmayan mantığı göremedikçe, ‘çünkü öyle’ cevabıyla tatmin olmadıkça, daha çok küçük yaştan kendi dünyamı yaratıp kendi uyacağım kuralları kendim belirlediğim bir karaktere dönüştüm. Tabii bu öyle kolay olmuyor, toplum ve çevre tarafından sürekli sınanıyorsunuz. Bazen kendinizin sandığınız kurallar size siz hiç fark etmeden dışarıdan benimsetilmiş oluyor. Bunları fark etmek, aşmak öyle konuşulduğu gibi kolay değil ve de bunun hayat boyu süren, nihai sonuca tam olarak ulaşmayan bir süreç olduğunu düşünüyorum.

Özgür alan olarak tanımlayabileceğim müzik festivallerinde (kendi deneyimim üzerinden Ozora için konuşuyorum) boşuna yaratılmış, amaçsız bütün kurallar bir anda sıfırlanıyor. Nasıl göründüğünüzün, ne giyip giymediğinizin, nereli olduğunuzun hiçbir önemi kalmıyor. Hangi saatte nerede ne yaptığınız sadece sizi ilgilendiriyor. Ne giydiğiniz de öyle. İsterseniz kendinizi üstten aşağı pembeye boyayabilirsiniz, ister sime bulanabilirsiniz, ister dümdüz şort tişört çıkabilirsiniz, isterseniz de – ne bileyim işte artık anladınız, en sadesinden en abartısına kimse size bakmayacak işte. Baksalar bile ‘ne güzel’ deyip geçecekler, dikkatlerini sadece bir an çekecek sonra unutulacaksınız. ’Acaba ne derler’ kavramı yeryüzünden siliniyor, çünkü kimse hiçbir şey demiyor, çoğunlukla bakmıyorlar bile, o sırada kendi dünyalarını yaşıyor oluyorlar çünkü. Festivaldeki o aynı anda hiçkimse ama herkes olma hissini nasıl açıklayabilirim bilmiyorum ama bu his için söyleyebileceğim tek kelime, son derece özgürleştirici olduğu. Özellikle bizim gibi problemler yaşayan toplumlarda yaşayan bireylerin maskeleri ile benliği iç içe geçmiş durumda. Dikkat çekmemek, sorun yaşamamak için birçok şeyden ödün veriyoruz, hayatta kalabilmek adına kendimizi kalıplar içine sokmaya çalışıyoruz ve zamanla bu kalıpları kendi benliğimiz sanma yanılgısına düşerek giderek çözülmesi zor bir kimlik bunalımına sürükleniyoruz. İşte bütün bu maskeleri, kalıpları, yargıları sıfırlayabileceğimiz bir yerdeyiz. Aslında sıfır noktasında, dünyanın olması gerektiği gibi bir yerde, bir ütopyadayız. Birtakım hırslara, kötülüklere, aldanmalara kapılıp dünya üzerinde yaratmayı başaramadığımız toplumu burada yaşıyoruz. Birliği burada hissedebiliyoruz. Özgürüz, biriz, burada hem sadece sıradan biriyiz, burada hem çok özeliz, hepimiz farklıyız, hepimiz aynıyız.


Festivallerde elbette ki renkler, kostümler ve şov ön plana çıkıyor olsa da (özellikle Burning Man ve Tomorrowland gibi festivallerde bu birlik hissinin yanında oldukça şov bir taraf bulunduğunu söyleyebilirim) Ozora gibi festivallerin mantalitesi bunlardan biraz farklı kalıyor. Burada gösteriş değil, özgürlük için var oluyor insanlar daha çok. Ozora’da bir yarışa dönüşmemesi, festival ruhunun sürdürülebiliyor olmasının temel sebeplerinden biri bana göre. Yıllarca dans etmiş ve sahneye çıkmış biri olduğum için görüntüye önem veren ve bundan keyif alan biriyim, her günün ayrı makyajı, kıyafeti oluyor benim için, çünkü bu benim modumu anında yükseltiyor. İstediğim şeyleri günlük hayatta giymem mümkün olmadığı için burada bu şekilde var oluyorum ve benim gibi birçok insan var. Ama dediğim gibi bunun en güzel tarafı bunun bir yarışa dönüşmemesi. Ben daha güzelim, sen daha güzelsin diye bir kavram orada varlığını sürdürmüyor. Kim neyle nasıl mutlu oluyorsa, kim neyle nasıl daha keyifli hissediyorsa en güzel olan o. Ozora’da herkese yer var.


Hayatımızda olması gereken ama bir şekilde olmayan en basit kavramları burada yaşayabiliyor olmak, gereksiz düşüncelerden arınmak bana çok iyi geliyor. Birçok şeyin aslında ne kadar önemsiz olduğunu fark ediyor, geride bırakıyorsunuz. Önemli şeylerin aslında neler olduğunu fark ediyorsunuz. Ayrıca hangi moddaysanız onun peşinden gidebilir, istediğiniz gibi bir alan yaratabilirsiniz kendinize. Festival alanı çok büyük olmakla birlikte, sahnelerin birbirlerine uzaklığı oldukça makul miktarlarda. Hiçbir sahnenin sesi birbiriyle karışmayacak kadar birbirine uzaklar ama sıkıldığınız an başka bir sahneye, yani aslında başka bir gezegene gidebileceğiniz kadar da yakınlar. Ozora içinde bambaşka gezegenler olan ve gezegenler arası hızlıca geçiş yapabildiğiniz bir evren aslında. Her sahnede başka bir yaşam var, hatta aynı sahnede on metre ötede bambaşka bir topluluk ve farklı bir yaşam şekli varlığını sürdürüyor. Ne kadar fazla video izleseniz fotoğraf görseniz veya ben size bunu saatlerce de anlatsam, anlaşılabilecek bir şey değil. Deneyimliyor olmanız gerekiyor, ki bu anlattıklarım benim dünyamdan, benim gözlerimden. Siz kendi dünyanızdan değerlendirecek, kendi gözlerinizle anlamlandıracaksınız. Dünyada sizin bakış açınızdan bakabilecek olan sadece bir kişi var ve kendi realitenizi sadece siz yaşıyorsunuz. Her şey öyle öznel, her şey o kadar bizim zihnimizde ki aslında.


Bir hafta on gün boyunca internetten uzak kalmak, dış dünyadan kopmak da festivalin en sevdiğim yanı. Bulunduğumuz çağ sebebiyle uyaran bağımlısıyız. Telefondan kafanızı kaldırıp etrafınızı gözlemlediğinizde telefona eğilmiş kafalar, ekranda gördükleri ile hipnotize olmuş bedenler görüyorsunuz. Bu görüntüyü nasıl olduysa normalleştirdik. Özellikle Ozora sonrası bu bana öyle korkunç geliyor, öyle vahim görünüyor ki bunun normal olmadığını, çağın hastalığı olduğunu, uyaran bağımlısı olduğumuzu ama bunu farkındalıkla yenebileceğimizi sık sık kendime hatırlatıyorum. Benim yaptığım işin de bu sektörün bir parçası olması, dijital olması, sosyal medya ve internet ile ilgili olması da aslında bu dijital detoksa ne kadar ihtiyaç duyduğumun en büyük göstergesi. İşlerimi önceden offline olacak şekilde ayarlayıp bir hafta boyunca festival dışındaki kimse ile haberleşmemek, aslında yüz yüze olmadıkça kimseyle iletişim kurmamak bütün sistemimi sıfırlıyor, iyileştiriyor ve arındırıyor.
Bunların hepsinin yanında festival aslında öyle çok da kolay değil. Zor durumlarda kalabileceğinizi hatırlatmak isterim. Doğa faktörüne yapacak bir şey yok mesela. Geçen yıl tek bir damla yağmur yağmamışken bu sene günlerce fırtınaların, doluların içinde kaldık. Yağmur olunca kamp alanına gitmek çok zor oluyor, her yer çamur içinde kalıyor ve geceleri buz gibi oluyor. Sekiz-on gün boyunca yatağınızdan, konforunuzdan, alıştığınız şeylerden çok uzaktasınız. Lükslerinizi değil, temel ihtiyaçlarınızı karşılayabilecek kadar imkanınız var. Ozora bu bakımdan da diğer festivallerden ayrılıyor, daha fazla para verip daha prestijli bir bilet alamıyorsunuz, tek bir bilet var. Konaklama konusunda ne yapacağınız, kamp alanınızı güzelleştirmek için neleri yanınızda getireceğiniz tamamen size kalmış. Ozora size bunu sağlamıyor.


Gelelim dışarıdan çok eğlenceli görünen partileme kısmına. Dışarıdan göründüğü kadar eğlenceli mi sorusunda tek bir yanıt verebilirim: Dışarıdan görünen kısmı yüzde üçü falandır belki. Aklınızın hayalinizin almayacağı bir festival organizasyonu var karşınızda. Buradan çıktıktan sonra hiçbir parti, parti gibi gelmiyor. Çok sevdiğim isimleri dinlemeyeceksem artık konserlere, gece kulüplerine falan gitmiyorum mesela, biliyorum ki o eğlence benim eğlencem değil. Burada her an, her saat, her şekilde eğlenebilirsiniz. Yaşam alanı belirlediğim Ozora Stage yordu mu, tamam o zaman biraz daha chill dinleyip dinlenebilirsiniz. Belki de daha tekno bir şeyler dinlemek istiyorsunuzdur, Pumpui’de buluşalım o zaman. Ya da müzikle uyumak mı istersiniz? Ambyss sizi bekliyor. Müzik önünde herkes eşit, herkes aynı. Müziğin önünde kim olduğunuzun, nasıl göründüğünüzün, nasıl biri olduğunuzun, statünüzün, mesleğinizin, kimliğinizin en ufak bir önemi yok. Müzik, sıfır noktası. Müzik, her şeyin başladığı, hayat bulduğu yer. Müzik aslında sonsuzluk.
Geçen sefer gittiğimde de söylemiştim, bu festivallere ben eğlence olarak değil, iyisiyle kötüsüyle bütün bir deneyim olarak bakıyorum. Ayrıca festivalde yaşadıklarınız, hayatınızın başka başka noktalarına dokunuyor zaman içinde. ‘Ne eğlendik ama’ diye festival anılarını anarken aslında bir noktada başka bir vizyonla dünyaya baktığınızı, bakış açınızın genişlediğini fark ediyorsunuz. Bu deneyimin frekansı öyle yüksek, o frekansın yarattığı ihtimaller öyle çok ki, öyle ya da böyle sizi değiştiriyor. Bunu anlatabilmemin çok mümkün olduğunu sanmıyorum, yaşamak gerekiyor. Otuz bin kişi orada ve anahtar ifademiz ‘one shared vibe’. Birlik olmanın, topluluk olmanın, tek başına birey olarak var olmadığımızın hissi buram buram sizinle oluyor festival boyunca.


Bu kadar yazıp çizdikten sonra 2023 Ozora’sını değerlendirecek olursak, muhteşem bir line up vardı karşımızda. Şahane bir seremoni ile açıldı, Vlastur Band ve Dickster ile ilk gece başladı. Liquid Soul, Zyce & Flegma, Juno Reactor ile devam eden muhteşem bir salı gününün ardından defalarca dinlediğim Infected Mushroom ile bir çarşamba günü geçirdik. Perşembe günü dinlenme günü ilan etmiştim, soft geçti fakat Dome’da Desert Dwellers seti muhteşemdi. Cuma ve cumartesi Main Stage zaten yıldızlar geçidi oluyor, cuma günü Astrix ile başlayan şov Darwish, E-Clip ve Ritmo ile devam etti, altı saat üst üste dans edip kendimi kaybettiğim bir gün oldu. Yetmedi, akşam yine Main Stage’de Eat Static ile iki saat boyunca delirdik. Cumartesi Ace Ventura ile başlayan mesaimiz sahneye sürpriz konuk Bliss’in çıkması ile renklendi, Ace Ventura & Captain Hook’un ortak projesi olan Alien Art ile, sonra tek başına Captain Hook ile devam ederek yine bize 5 saatlik bir dans maratonu olarak döndü. Maraton sonrası Ace Ventura’yı yemek sırasında ayak üstü yakalamak da hoş bir şans oldu. Akşamında Main Stage bize çok hitap etmedi, Dome’da Cosmic Trigger ile (özellikle I Am You remixi ile) kendimizden geçtik, sonrasında da Eat Static Dragon Nest’te bizi büyüledi. Kendisini sahneye çıkmadan yakaladık (gecenin iki buçuğu falandı) ve İstanbul’dan birkaç anı ve Bülent Ersoy hayranı olduğunu anlattı bize. Festivalin her günü ayrı güzeldi evet ama cuma cumartesi hep ayrı bir güzel oluyor. Müzik gerçekten evren ile bağlantı kurabilmenin en güzel yolu. Müziğe kendini teslim etmek, şimdide kalmanın, akışa kapılmanın en keyifli ve en güvenli yolu olsa gerek.
Bu arada benim geçen sene yazdığım Ozora Rehberi’ni okuyup beni bulan o kadar çok Türk oldu ki, hem şaşırdım hem sevindim. Her gün başka biri Elvan diye yanıma gelip rehber için teşekkür etti, geçtiğimiz sene festivalde hiç Türkle karşılaşmamıştık (elbette vardır ama bize denk gelmedi) bu sene ise yanıma gelen herkesin senin rehberin sayesinde hazırlandık demesi beni çok mutlu etti. Böyle bir festivalin, böyle bir vibe’ın rehberi olmak, bunu daha çok kişiyle paylaşmak çok güzel bir duygu.

Daha nice Ozoralara diyorum, her festival birbirinden özel çünkü Ozora aynı olsa bile artık siz aynı değilsiniz. Her Ozora iyisiyle kötüsüyle yeni bir macera, her festival sonrası siz, güncellenmiş halinizlesiniz. Her şeyin birbirine bağlı olduğunu, aslında her şeyin tek bir şey olduğunu hatırlamak için harika bir fırsat. Ve unutmayalım, the key to paradise is one shared vibe.
Eğer Ozora ile ilgili aklınıza gelebilecek her türlü sorunun cevabını arıyorsanız o da Ozora Rehberi’nde, internet üzerindeki en detaylı rehber olduğuna emin olabilirsiniz.
Orada görüşürüz!