Kopenhag’a kadar gitmişken kısa bir tren yolculuğu ile başka bir ülkeyi görme fikri herkese güzel geliyor olsa gerek ki Kopenhag – Malmö, son derece popüler bir rota. Kopenhag Tren İstasyonu’na gidiyorsunuz, bilet alıyorsunuz, treninizi buluyorsunuz ve kırk – kırk beş dakika içinde başka bir ülkede, İsveç’tesiniz. Bir de üzerine buraya giderken treniniz Oresund’dan geçiyor, deniz manzarası ile yolculuk yapıyorsunuz.
Kopenhag’dan ulaşımın bu kadar kolay olması sebebiyle Malmö ve Kopenhag, birbirleriyle çok sık kıyaslanan iki şehir. ‘Kopenhag sonrası Malmö’de pek bir şey yoktu’ benzeri cümleleri giden birçok kişiden duyabilirsiniz. Bu kıyaslamayı en baştan haksız buluyorum ve iki şehrin de kendi kategorilerinde değerlendirilmesi taraftarıyım. Malmö’nün Kopenhag ile yarıştığını, onun gibi olmak istediğini düşünmüyorum, Øresund’un bir tarafı başka, diğer tarafı başka.
Tren istasyonundan biletimi aldıktan sonra, otuz dakika kadar bekleyip kendi trenimi buluyorum ve ülke değiştirmeye sadece kırk dakika uzaklıktayım. Biraz da geç kaldım aslında, çünkü sabah gidecektim ama yorgunlukla karışık oyalanma ile birlikte saati çoktan iki etmişim bile. Neyse, güneş zaten akşam onda batıyor, gün ışığından yararlanacak çok saatim var hala.


İki şehir arası trenin son derece popüler ve kalabalık olduğunu söylemelerine rağmen sessiz sakin bir kompartıman bulup oturuyorum. Etrafımda çok az kişi var. Kitabım, fotoğraf makinem ve defterim her zamanki gibi benimle.
Oresund öncesi Kopenhag Havaalanı’na gidiyor tren. Havaalanı ulaşımının böyle kolay olması da harika, şehrin en merkezinden on beş dakika sürüyor trenle. Sonra artık harika manzarası ile Oresund üzerinden Malmö’ye doğru yol alıyoruz. Sekiz kilometre uzunluğu ile Oresund, Avrupa’nın en uzun tren ve karayolunun bir araya geldiği yapı.
Malmö Central’den indikten sonra şehrin zaten çok da uzak olmayan ana meydanına doğru ilerliyorum. İki cadde geçiyorsunuz ve meydandasınız. Stortorget, buranın ana meydanı. Etrafta şöyle bir dolanarak asıl gitmek istediğim yere doğru devam ediyorum: Malmö Şehir Kütüphanesi. Buranın gezilecek yerler listesinde en başta olmamasına biraz şaşırıyor biraz şaşırmıyorum, kütüphaneleri müthiş etkileyici olmadığı sürece konu etmeyebiliyorlar. Kütüphanenin en erken kapanan günlerinden birini seçtiğim için ve Malmö’ye de oldukça geç geldiğim için, çok fazla oyalanmadan hızlıca kütüphaneye gitmem gerekiyor. Kütüphaneyi şöyle bir görüp çıkmak bana yetmeyecek biliyorum, orada durabileceğim tam bir saat ayırıyorum kendime, ki bu bile aslında yetmeyecek, kapanmasa ya da daha erken gitmiş olsaydım bütün günümü orada geçirebilirdim.


Kütüphaneyi bulduktan sonra hızlıca içeri girip sağ taraftan üst kata çıkıyorum. Gördüğüm manzara karşısında büyüleniyorum: Tamamen sade ve açık renkler kullanılan bir mimari, bir tarafı komple cam, gösterişsiz detaylar ile bir şekilde daha da görkemli hale gelen sadelik. Sessizce bütün rafların arasını dolanıyorum, çalışma yerlerine tek tek bakıyorum, bütün katları geziyorum ve en son ikinci katta bir masaya oturuyorum. Burada kütüphane kapanana kadar zaman geçiriyorum.
Kütüphane kapanmadan on dakika önce beğendiğim detayların tek tek fotoğraflarını çekiyorum ve de bu kütüphanenin neden olduğundan çok daha popüler olmadığını anlamlandıramıyorum. Avrupa’nın en meşhur kütüphanelerinden Dublin’deki Trinity College Library’yi de, Prag’daki Strahov Library’yi de bizzat görmüş biri olarak, buradan çok daha fazla etkilendiğimi söyleyebilirim. Bunun sebebi ise buradaki yalınlık. Trinity’ye de Strahov’a da öyle istediğiniz gibi giremiyor, kalabalık turist sıraları bekliyor ve içeriye şöyle bir girip çıkıyorsunuz. Evet gerçekten tarihi eser niteliğinde kitaplarla dolu kütüphaneler, ama hızlı hızlı kalabalıkla birlikte dolanıp, oturup zaman geçiremedikten sonra aynı tadı vermiyor. Malmö Şehir Kütüphanesi ise tam olarak benim aradığım gibi bir yer: Sessiz, sakin, aydınlık ve yalın.


Kütüphaneden çıktıktan sonra şehrin diğer taraflarını görmek için yürümeye başlıyorum. Şehrin popüler parklarından biri olan Kunsparken’in içinden geçerek Kale tarafına doğru ilerliyorum. Kaleye şöyle bir göz attıktan sonra, Turning Torso’ya doğru ilerliyorum.
Malmö, geometrik ve modern mimarisi ile de dikkat çeken bir şehir. Şehirde herhangi bir amaçla kullanılan farklı yapılarda binalar var. Geometrik şekilleri, sadeliği ve düzeni sevdiğim için bütün bu yapıları ilginç buluyorum. Turning Torso’ya doğru ilerlerken ve de tren istasyonuna geri dönerken, yolda farklı farklı binalar ile karşılaşıyorum. Şehrin bazı caddelerinde yürürken tek başımayım, etrafımda hiç kimse, hiçbir ses, hiçbir hareket yok. Terk edilmiş bir şehirde, post apokaliptik bir film sahnesinde gibiyim. Hava aydınlık olduğu için güvensiz hissetmiyor, yürüdükçe yürüyorum. Hava karanlık olsa da böyle hisseder miydim bilemiyorum, çünkü İsveç aslında Avrupa’da en fazla göç sorunu yaşayan ülkelerden biri.


Ana meydana döndüğümde her yerin kapanmış olduğunu görüyorum çünkü saat akşam sekiz buçuk. Avrupa’da günün erken bitmesine alışık olsam bile güneş akşam onda batarken ve etraf henüz aydınlıkken caddelerin sakinleşmesine alışamıyorum. Gitmek istediğim bir İsveç restoranı var, Malmö seyahatinin son durağı olarak orayı seçmiştim. İçerisi koyu renklerde dekore edilmiş, lokal görünümlü bir restoran Bullen. Viski sosuyla hazırlanmış İsveç köfte ve bira ile dinleniyorum, kilometrelerce yol yürüdüğüm sıradan bir seyahat günü.


Malmö, beni elbette en çok kütüphanesi ile etkiledi. Sonra da sadeliği, yapıları, keskin hatları ve yalınlığı ile. Kesin bir yargıya varacak kadar zaman geçirebildiğim bir şehir olmadı, fakat yarattığı ilk izlenim ile eğer Kopenhag’a tekrar gidersem buraya daha fazla zaman ayırma isteği uyandırdı. Ve son olarak başa dönüyorum, Kopenhag ile farklı klasmandalar, Malmö’yü Malmö olarak değerlendirmek lazım ki hakkı verilebilsin.