Kendimi tanıma yolculuğum başladığında 28 yaşımdaydım, bu blogu ilk açtığım yıl olan 2019 senesine denk geliyor. Kendimi bildim bileli okuyan, öğrenmeyi seven bir insan oldum ama kendimi bu kadar irdelediğim bir zaman olmamıştı 28 yaşımdan önce. Neden ve nasıl sorularını bu kadar sormamıştım hiç. Ya da yaşadığım şeylerin yansımalarını kendi karakterimde ve davranışlarımda aramamıştım. O yüzden 28 yaş kişisel tarihimde oldukça önemli bir yer tutar. O zamandan bu zamana geçen dört senede bu farkındalık yolculuğu bambaşka yerlere geldi, çok yol aldım, çok da fazla yol var tabii, ama ilk başladığı yer orası.
Kendinizi tanımaya karar verdiğinizde, kendi içinizde birçok insanla karşılaşıyorsunuz. Sanki bu zamana dek onlarla hiç tanışmamış, yolunuz hiç kesişmemiş, onları hiç dinlememiş gibi oluyorsunuz. Belki uyanmaya benzetebilirim, sanki bir trans halindeymişsiniz de gerçekliğe uyanıyorsunuz gibi, ama uyanınca bitmiyor her şey, tam tersi yeni başlıyor.
Simone de Beauvoir, ‘Kendim olma macerasını kabul ediyorum’ demiş, gerçekten de geçeceğiniz yolları, yolun sonunun nereye gideceğini bilemediğimiz, planlayamadığımız kocaman bir macera kendimiz olmak. Elbette bunu biz şekillendiriyor, kararlar alıyor, planlar yapıyoruz. Ama bazen planladığımız şeyler olmuyor, yol bizi başka yere götürüyor, kararları biz almıyormuşuz gibi hissettiriyor. Bazen olacağını beklediğimiz şeyler olmuyor, bazen de asla olmaz dediğimiz şeyleri yaşarken buluyoruz kendimizi. Öyle ya da böyle, kendimiz olmak, hatta aslında doğru ifade etmek gerekirse ‘kendimize dönüşmek’ gerçekten de büyük bir macera.
Kendimiz olmak ve kendimizi tanımak bir macera dedik, uzun bir süreç dedik, biraz daha artırıyorum: Biz aslında kaç kişiyiz? Benlik dediğimiz kavram öyle bir anda anlaşılabilecek kadar sığ mı sizce? En nihayetinde keşfedilmesi gereken birçok katmandan oluşmuyor muyuz? Peki bunların hepsi aynı ölçüde gerçek mi? Maske mi takıyoruz, aslında öyle miyiz? Eğer öyleysek, bunların hepsini bir arada idare edebilmek nasıl mümkün?
Zaman geçtikçe değişip değişmediğimiz konusuna epey kafa yorarım, ve bu konuda aslında son zamanlara dek değişmediğimizi, aslında kendimiz olmayanı geride bıraktığımızı, gün geçtikçe daha çok kendimiz olduğumuzu düşünürdüm. Son zamanlarda ise bu iki fikri birleştirdim. Bilinçli olarak değişmeyi seçersek değişiyoruz, yaşadığımız olaylar karşısında ise bizim olmayanı geride bırakarak daha çok kendimiz oluyoruz. ‘Biz’ dediğimiz şey aslında bir karışım: Yaşadıklarımız, yaşıyor olduklarımız, yaşayacaklarımız, kararlarımız, seçtiklerimiz, seçmediklerimiz, toplum, çevre, aile, karakter, arkadaşlarımız, ilişkilerimiz, gezdiklerimiz, gördüklerimiz, okuduklarımız, denediklerimiz gibi birçok faktörün bir araya getirdiği kocaman bir evren. Dolayısıyla bunun tek katmanlı olmasını, katı sınırlardan oluşmasını, siyah beyaz olmasını, kolayca anlaşılmasını beklememiz, çok da mantıklı değil gibi. İnsan olma kavramı kalıplara sıkıştırılacak kadar katı değil, aksine son derece akışkan ve çok yönlü bir kavram.
İnsan içinde zıtlıkları bir arada barındırıyor. Çok sakin olduğu kadar çok hareketli de olabiliyor. Kimi yerde sabrediyor, kimi yerde edemiyor. İşinde bambaşka, özel hayatında bambaşka olabiliyor. Size başka, ona başka davranabiliyor. Kimi yerde maske takma ihtiyacı hissediyor, kimi yerde hissetmiyor. Kimi zaman çeşit çeşit maskeleri oluyor, aslında kendinden de saklanıyor. Bunun ne bir açıklaması var, ne bir sonu var. Bu kimliklerin bazıları gerçek, bazıları sahte, bazıları bir arada var oluyor, bazıları bir süre sonra geride kalıyor. Aslında önemli olan, insanın kendi maskesinin ardını görmek için, iyi bir insan olmak için, kendinin en iyi versiyonuna ulaşabilme yolunda çabalaması ve de bütün bu benliklerini bir orkestra şefi gibi yöneterek, ortaya melodik bir yaşam çıkarmaya çalışması diyebilir miyiz? Bence diyebiliriz.