Işığın, Sadeliğin ve Doğallığın Görkemi Üzerine: Kopenhag Notları

Avrupa’nın birçok yerini gezmiş olmama rağmen, İskandinav ülkelerine bu zamana kadar hiç yolum düşmemişti. Ülke olarak geçirdiğimiz gergin süreçten ufak bir kaçış yolu ararken yine bir seyahatte buldum kendimi. Seyahat, kendimi bildim bileli benim için birçok şeyin ilacı olmuştur. 

Şehirlerin turistik yerlerini görmeyi sevdiğim kadar, eğer vaktim varsa perde arkasını da anlamaya çalışırım. Lokaller ne yapıyor? Şehir merkezlerinde gördüğümüz o güzel ve renkli evlerin içi nasıl görünüyor? Bu soruların cevabını alabilmek için şehrin tam merkezinde, farklı bölgeleri gezdikten sonra favorim olacak olan Norreport’ta son derece merkezi bir ev tuttum. Küçücük, eski, ama lokal ve samimi. 

Ev tam da sevdiğim gibi açık renkler kullanılarak dekore edilmişti. Parkede ve daha birçok şeyde tercih ettiğim renk olan beyazın hakim olduğu bu evin ilginç tarafı, her metrekaresinin, her noktasının en iyi şekilde değerlendirilmiş olmasıydı. Herhangi bir antre, koridor, geçiş alanı yapmak yerine her yerin değerlendirildiği ve kullanıldığı bir tasarım vardı karşımda. Açık renkli olduğu için de aslında bu minik ev olduğundan büyük görünüyordu. Her şeyi yerli yerinde, düzenli ve ölçülüydü. 

İskandinav kültürü ile ilgili sevdiğim şey de tam olarak buydu aslında. Yeterli, ölçülü, gösterişten uzak, doğal. Her şey bir amaca hizmet ederken, aynı zamanda güzel de görünüyor. Güzel görünüm tabii göreceli ama ben sade olan her şeyi sevdiğim için bana bu basit şeyler hep güzel görünmüştür. Hayatımda fonksiyonu olmayan hiçbir şeyi tutmayı sevmem, ama fonksiyon ve güzellik el eledir onları birbirinden ayıramam, bir fincanın fonksiyonu kahve içmeyi sağlamak olabilir, ama aynı zamanda güzel de görünmesi gerekir çünkü sevmediğim bir fincandan içtiğim kahveden aynı tadı alamam. Takıntı belki, ama ben etrafımda güzellikler olmasını seviyorum. Ama bu güzelliklerin işe de yaraması lazım. O yüzden Kopenhag ile çok iyi anlaştık. 

Avrupa seyahatlerinde hepimiz bol bol kilise gezeriz, bu kez tek bir kiliseye bile girmedim, iki tanesinin tesadüfen yanından geçtim. Sagrada Familia gibi olmadıkça hepsi birbirine benziyor sanki, belki de artık o görkemli yapılar beni o kadar da etkilemiyordur, bilmiyorum. Kopenhag seyahatimin odak noktası, havanın da güzel olması ile birlikte parklarıydı benim için. Ozora’dan aldığım kocaman örtümü özellikle yanıma aldım – ki büyük diye fazla taşımam yanımda –  bir de akıcı bir kitap, yanımdan ayırmadığım defterim, biraz kahve, şarap veya bira, biraz atıştırmalık. Günlerin çoğunu parklarda güneş altında geçirdim. Hatta yılın üç yüz günü güneş alan bir ülkeden geliyor olmama rağmen İstanbul’a hafif rengim değişmiş bir şekilde döndüm. Bazı şehirlerde bir ya da iki ana park vardır ve bütün şehir halkı hava güzel olunca oraya toplanır. Kopenhag için ise durum farklı. Şehirde güneşli günler sayılı olmasına rağmen sayısız park var ve istediğinize gidip oturabilirsiniz, hepsi birbirinden güzel. Bulunduğunuz yerde haritaya baktığınız an, en fazla beş yüz metre uzağınızda mutlaka bir park olduğunu göreceksiniz. Hatta mezarlıkları da park olarak kullanıyorlar, şehrin en ünlü mezarlıklarından biri olan Assistens, Norrebro’nun en büyük yeşil alanlarından biri ve de Danimarka’nın en ünlü isimlerinden Soren Kierkegaard ve Hans Christian Andersen’in mezarları da burada bulunuyor. Bu her şeyi normalleştirme durumu bana çok iyi geliyor, sebepsiz yere yapılamayacağını düşündüğümüz, farkında olmadan ikna edildiğimiz ve kanıksadığımız yasakların aksine burada her şey olağan, ama ölçüsünde. 

Dönmeden önce son gün koşa koşa gittiğim şehir kütüphanesi ise beni en büyüleyen yapı oldu. Genel olarak eski mimariyi severim, belki de modern mimarinin güzelini görmediğim veya yıllar içinde oluşturduğum kalıplar nedeniyle bu böyleydi, ama Siyah Elmas Kopenhag Limanı’nda gerçekten de parlıyor. Kütüphanelerin sessizliğini hep sevmişimdir, sessizlik bana çok iyi geliyor, enerjimi toplamamı sağlıyor. Hele ki sessizliği böylesine görkemli bir sadelik içinde deneyimliyorsanız, gerçekten başka hissettiriyor. Bütün gün orada oturmak, okumak, yazmak, çizmek istiyor insan. 

Bir diğer büyülendiğim şey ise ışık oldu bu seyahatte. Fotoğrafçılıktan para kazanan biri olarak zaten ışık ve renk benim için her şey demek, Kopenhag seyahatim boyunca ışığı bambaşka bir gözle gördüm. Nereye gitsem yansımalar, şekiller, çizgiler ve ışık benimleydi. Sınırlı sahip oldukları güneşi öyle güzel kullanıyorlar ki, yine tasarım ve kullanışlılığa hayran kalıyorsunuz. Işığın en doğru yansıyacağı, yansıyıp olduğundan çok daha fazla aydınlatacağı şekilde bir sistem düşünün, Kopenhag ile ilgili aklımda en çok yer eden şeylerden biri. İster evde, ister restoranda, ister kütüphanede. Yansımalar hep yanınızda, hiç peşinizi bırakmıyorlar ve siz de güneşi izleyerek yolunuzu buluyorsunuz. 

Özetleyecek olursak Kopenhag benim için ışığın, özgürlüğün, sadeliğin, ölçülülüğün, renklerin ve güneşin bir arada olduğu bir şehir olarak zihnimde yerini aldı. Norreport’un sokaklarında dolanıp rengarenk evlerin fotoğraflarını çekerken, Nyhavn’da limanı izlerken, çeşit çeşit smorrebrod denerken, Oresund’dan geçerken, parklarda ve kütüphanelerde saatler geçirirken kendimi sadeliğin güzelliğine kaptırdığım, zihnimle baş başa kaldığım gün ışığı dolu bir seyahati de böylece geride bırakmış oldum. 

Bir Cevap Yazın