İstanbul’da Üç Yıl

Bulunduğum noktadan geçmişe bir göz atarak hayatımı, yaşadıklarımı değerlendirmeyi hep sevmişimdir. Nereden nereye geldim, neler yaşadım, neler öğrendim, böyle ara ara bakınca daha net görüyorum, daha iyi değerlendirebiliyorum. Bu yüzden İstanbul’da yaşadığım üç seneyi de yirmi sekiz yaşındaki Elvan’ın gözünden değerlendirmek, öğrendiğim şeylere şöyle bir göz atmak istedim ki kalıcı olsun, unutulmasın, ara ara dönüp bakabileyim.

Beşiktaş, Akaretler

2016 yılının Eylül ayında İstanbul’a taşındım. Açık konuşmak gerekirse ortada bir erkek arkadaş meselesi vardı ama o mesele benim için sadece bir tetikleyici olmuştu, beni asıl cezbeden yeni bir hayat, yeni bir şehir, yeni bir iş, kısacası yepyeni bir maceraydı. Neler yapabileceğimi, nasıl hayatta kalacağımı görmek, sınırlarımı genişletmek ve konfor alanımdan çıkmak istiyordum, asıl mesele buydu.

25 yaşındaydım, üniversiteden mezun olalı iki sene olmuştu. İki sene Ankara’da değişik işlerde çalışmıştım, serbest çevirmenlik, lisede ve kreşte öğretmenlik, özel dersler, dil okulu bunlardan bazılarıydı. Sabit bir işte kendimi denemek istiyordum, kendi ayaklarımın üzerine neler yapabileceğimi görmek istiyordum. Üniversitelerin İngilizce hazırlık ve yabancı dil birimlerinde çalışmak asıl aklımdaki şeydi ve bu nedenle birkaç üniversiteye başvurdum.

Başvurularım sonrasında bir üniversitenin sınavına çağırıldım, sonra da mülakata çağırdılar. Mülakat sonrası başarılı olduğumu, eğer şartları kabul edersem çalışmaya başlayabileceğimi bildirdiler. Maaşın ortalamaya göre düşük olması, koşulların tam istediğim gibi olmaması gibi şeylere aldırmadım, kabul ettim ve yepyeni bir şeye adım attım, resmi olarak İstanbul’da yaşıyordum artık.

İstanbul, Ankara’dan çok farklı gelmişti. Insanlar daha bir suratsız, daha bir hayat koşturmacası içinde gibiydi. Çok kalabalıktı bir kere, öyle bir ortama alışık değildim. Birbirlerine güvenmiyor gibilerdi, sanki herkes diğerlerinden her an bir kötülük gelebilir gibi kendini gereksiz yere koruyordu. Ben hiçbir zaman güven problemi yaşamadığım için anlam vermekte zorlandığım bir şeydi bu.

Ankara’da izole bir ortamda, yüksek hayat standartlarına alışık bir şekilde büyüdüm. Şımarık büyüdüm diyemem çünkü ailemin her zaman kuralları olmuştur, fakat maddi manevi rahat yetiştirildim, hiçbir zaman sıkıntı çekmedim. Kendi çevremin dışına pek çıkmadım, kendim gibi arkadaşlar edindim, kendim gibi insanların olduğu yerlerde takıldım. Piyano çalmaya ve bale yapmaya yedi yaşında başladım, Bilkent Üniversitesi’nde okudum. Yirmi beş yaşına kadar toplu taşımayı toplasanız on kere kullanmışımdır, o da belki. Eh, gördüğünüz üzere kendimi pat diye İstanbul’un ortasına atınca ufak tefek farklılıklara denk gelmem çok da garip bir şey değildi.

Toplu taşıma mı? O da ne?

İlk şoku toplu taşıma ile yaşadım, onunla başlayayım. Her gün işe gittiğim için her gün toplu taşıma kullanmam gerekiyordu, hem de 08.00 ve 17.30 gibi en yoğun olan saatlerde. Neyse ki bir şekilde şanslıymışım ki evimden çalıştığım yere giden otobüs İstanbul’un en boş otobüsü çıktı, ve de tünelden gittiği için trafiğe bile girmiyordu (48T’den bahsediyorum, bilen bilir Beşiktaş- Kağıthane otobüsü). Yani aslında o otobüs benim için bir nevi toplu taşıma alıştırmasıydı. Sonrasında bir sene boyunca işe metrobüs ile gittim geldim, hem de ilk duraktan binip son durağa kadar gittiğim için İstanbul’un geçmediğim semti kalmıyordu. Sonra üçüncü senemde ise metro ile işe gidip gelmeye başladım. Üç sene her gün toplu taşıma kullanmış biri olarak hala alıştığımı söyleyemem, ben bu kalabalığı ve kişisel alan ihlalini normalleştiremiyorum maalesef. Tabii bir yerden sonra takmamaya başlıyorsunuz her gün yapmak zorunda olduğunuz bir şeyi takarak hayat mı geçer, ama yine de yok, benlik işler değil, konser, festival falan değilse o kadar kalabalığa maruz kalınca zihinsel olarak yoruluyorum.

Ev nasıl idare edilir? Bilmem, göreceğiz.

Aileyle yaşarken o kadar çok şeyin farkında olmuyoruz ki. Evin masrafları, ufak tefek arızaları, düzeni, yemeği falan bir şekilde oluyor işte, biz de öyle yaşıyoruz. Tek başınıza yaşamaya başlayınca bütün sorumluluk size kalıyor. ‘Ev idare etmek’ diye bir kavram var, içinde bin tane detay barındırıyor. Mesela eve çıkacaksanız doğal gaz, su, elektrik idarelerine gidip bunları açtırmanız gerekiyor. Internet bağlatacaksınız. Çamaşır deterjanı alacaksınız. Market alışverişi yapmanız gerek tabii bir de. Bulaşık makinesi mi bozuldu? Çalışıyor olmanız önemli değil, sizin ilgilenmeniz lazım. Tek başıma yaşamaya başladıktan sonra bulaşık denen şeyin ne kadar hızlı biriktiğini, bir önceki gün toz almış da olsanız evin hemen toz olabileceğini, ev sürekli toparlanmazsa sonuçlarının ne olacağını öğrendim. Bir süre o kadar düzensiz bir hayatım oldu ki, salondaki koltukta giysiler yüzünden oturacak yer bulamıyordum, mutfakta da her yer sürekli bulaşık içindeydi. Yani 08.30-17.30 çalışıyorum, bir de toplu taşımayla eve geliyorum İNSAF hepsine nasıl yetişeyim…… derken düzen neymiş, her şey bir arada nasıl yapılabiliyormuş gibi birçok şeyi öğrendim.

Beşiktaş

Yemek mi söylesem, yemek mi yapsam?

Yemek meselesi benim için hep çok önemli olmuştur. Annem çok güzel yemek yapar, hem hafif hem lezzetli olur yemekleri. Çalışıyor da olsa her zaman düzenli yemek yapmak alışkanlığıdır. Yemek yemeyi bu kadar seven biri olarak ailemle yaşarken ara ara ilgimi çeken tarifleri denemekten öteye gitmeyen yemek pişirme becerilerim, İstanbul’da evrim geçirdi. Evdeyim, tek başımayım, Beşiktaş’ta yaşıyorum. İstediğim her türlü yemek evime gelebilir. Ama ben ne yaptım? Yemek yapmaya başladım. Hem de başlamakla kalmadım, çok sevdim. Blog açtım falan o derece sevdim yemek yapmayı. 08.30-17.30 çalışıyor da olsanız yemek yapılabileceğini gördüm. Her hafta semt pazarına gidip taze malzemelerle yepyeni şeyler denemek yeni hobim oldu. Bir yerden sonra dışarıdaki yemekler damak tadıma uymadığı için iş yerine düzenli olarak öğlen yemeği götürmeye başladım, sonra alışkanlık oldu, üç sene bu böyle gitti. Varlığından haberdar olmadığım yemekler, mutfaklar öğrendim. Yemek yapmak hala en sevdiğim şeylerden biri. Bu arada yapmayanlar için ekleyeyim, çok basit bir şey yemek yapmak. Önemli olan ne yapacağınıza karar vermek, malzemeleri bir araya getirmek ve temel bilgileri öğrenmek. Sonrası geliyor. Ha üşeniyorsanız, onun için tavsiye veremeyeceğim, üşenmek bir seçimdir.

Beşiktaş Pazarı, Cumartesi günlerinin vazgeçilmezi
hazırlamayı en sevdiğim şey: kahvaltı kaseleri
porridge
okula götürdüğüm öğlen yemeklerinden biri

Burada böyle yerler de mi varmış? Yok artık…

Söylediğim gibi Ankara’da Bilkent’te okudum, Mesa Koru Sitesi, İncek, Türkkonut gibi şehirden izole yerlerde yaşayarak yirmi sene geçirdim. Sonra Çankaya tarafına taşındık. Hayatım Bilkent- Tunalı arasında geçti, arada da Çayyolu. Kızılay mesela zorunda olmadığımda kesinlikle gitmediğim bir yerdi. Sonra İstanbul’a taşındım (bu cümleden sonra hep garipleşiyor olay) Beşiktaş’ta yaşıyor olmama rağmen Kağıthane’de, Beylikdüzü’nde, Maslak’ta çalıştım. Beşiktaş İstanbul’un en güzel yerlerinden biri ama maalesef Büyükçekmece/Beylikdüzü için aynı şeyleri söyleyemeyeceğim. Bulunduğum yerden bu bölgeye ulaşmak zaten bir buçuk- iki saat alıyordu, bir de İstanbul’un Zeytinburnu, Şirinevler, Avcılar, Haramidere gibi çeşit çeşit semtinden geçiyordum. Bambaşka hayatlar, bambaşka insanlar.

Neden herkes koşturuyor? Bu insanlar suratsız mı sanki biraz?

İstanbul’da yaşanan hayat hızlı, önce bu konuda bir anlaşalım. Mesafeler uzak, şehir büyük, yapacak çok şey var. Herkes sürekli bir koşturma içinde. Herkesin dilinde bir ‘vaktim yok’ yüzlerinde bir suratsızlık. Aslında bu suratsızlığın sebebini sonradan çözdüm. Üniversite son sınıfta sosyal psikoloji dersi almıştım, en sevdiğim kavramlardan biri de ‘kendini gerçekleştiren kehanet’ olmuştu. Kısaca anlatayım: bir gün bir arkadaşınız sizi görüyor, selam veriyor ama siz o sırada onu fark etmeden geçip gidiyorsunuz, görmediniz bile. O kişi ise sizin onu gördüğünüzü ama selam vermediğinizi düşünüp BU NASIL İNSAN diyor. Bir daha karşılaşıyorsunuz, bu kez siz görüp selam veriyorsunuz ama o sizin için BU NASIL İNSAN yargısını oluşturmuş bile, bu sefer o bilerek selam vermeyip geçiyor. Siz de bu sefer o böyle yaptığı için onun hakkında negatif düşünceler oluşturuyorsunuz. Sonra bu döngü kırılamıyor. İşte böyle, kendini gerçekleştiren kehanet bu kısaca. Ve bana kalırsa İstanbul’daki suratsızlığın sebeplerinden biri de bu, herkes kendine kaba davranılacağına dair koşullanmış durumda. BEN BU OYUNA GELMEDİM, hem karakterim hem yetiştirilme tarzım nedeniyle kibarlığı elden bırakmadım, çok da faydasını gördüm. Siz kibar da olsanız kaba olan insan yok mu, tabii ki var. Ama o da onların sorunu diyerek fazla takılmadan geçiyoruz, sonuçta hepimiz kendimizden sorumluyuz. Bahsetmeden geçmeyeyim, hakkımı savunmayı ve aramayı da öğrendim burada, çünkü bazen gerçekten bunu yapmak zorunda kalıyorsunuz. Bu arada bu güzel şehirde dünya tatlısı insanlarla tanıştım, en yakın arkadaş edinmek kolay değildir, herkes koşturmuyor herkes de suratsız değil, genel izlenimlerden bahsetmek istedim sadece.

İstanbul’da tanıştığım en güzel insan, Hilalciğim

Farklı insanlar farklı vizyonlar

Yine dönüp dolaşıp aynı yere geliyoruz: izole bir çevrede büyüdüğüm için hep kendim gibi arkadaşlarım oldu, kendi yetiştirilme tarzım dahilinde çevre edindim. Bu aslında benim isteğim dışında kendiliğinden oldu, ister istemez o çevrede kaldım ve öyle insanlarla arkadaşlık kurdum. Çalışma ortamında ise çok çeşitli çevrelerden, ailelerden gelen insanları gözlemleme, onlarla arkadaşlık kurma fırsatım oldu. Hiç bilmediğim bambaşka hayatlar olduğunu fark ettim. Mesela benim çevremde dini aileden gelen neredeyse kimse yoktu bugüne kadar, veya drag queen arkadaşım da olmamıştı. Farklı insanların farklı hikayelerini dinlemeyi hep sevmişimdir ama bu kadar yakından gözlemleme fırsatım olmamıştı. Arkadaşım olsun olmasın, fikirleri bana uysun uymasın, o insanların her biri bana farklı bir vizyon kattı, bakış açımı genişletti, başkalarının gözünden bakmayı, empati yapmayı biraz da olsun öğrendim. Tanıştığım iyi kötü herkese teşekkürlerimi gönderiyorum buradan, her insan farklı bir dünya.

Miel

Düzenli iş hayatı ve iş hayatından öğrendiklerim

Yazının başında da bahsettiğim gibi Ankara’da serbest de çalıştım, 9-6 arası işe de gittim. İstanbul’daki iş hayatım ise farklı bir boyuttu benim için, hem tek başıma yaşıyordum, hem üniversitede çalışıyordum, hem yemek yapıyordum hem de (en zor kısım bu) toplu taşıma kullanıyordum. Deneyimlemediğim birkaç şeyi bir arada birden bire deneyimlemek demekti. Adaptasyon sürecim çok kolay oldu diyemem, bazı günler saat altıda eve gelip yorgunluktan sekizde uyuyakaldığım oluyordu. Spor yapacak enerjim olmuyordu o yüzden epey bir süre spor yapmadım. Taşındığım ilk sene İstanbul’da yaşıyor olmanın faydalarından yararlanacak enerjiyi toplamam çok zor oluyordu, o yüzden neredeyse bir senemi ev-iş-ev zincirinde geçirdim. Ekstra olarak yemek yapıyordum o da yemek yemeyi çok sevdiğim için. İş hayatı fiziksel olarak değil de psikolojik olarak zorluyordu beni biraz, etrafımda negatif insanlar olması enerjimi emiyordu ve buna karşı bir koruma geliştirecek kadar güçlü değildim henüz, etkilenmeye açıktım.

Çalıştığım yerlerde deneyimlediğim iyi ve kötü şeyler, bazı dersler çıkarmamı sağladı. Kararların çok sık değiştiği bir kurumda çalışmak, bana tepkisiz kalmayı öğretti mesela. İyi bir şey olduğunda çok sevinmemeyi, kötü bir şey olduğunda da çok üzülmemeyi öğrendim çünkü her şey geçiciydi, o karar anında iptal edilebilir veya yeni karar alınabilirdi, belli olmuyordu. Aslında iş ortamı için çok da pozitif bir şey değil bu ama bu sayede nötr olmayı, değişikliğin nereden geleceğinin belli olmadığını kabul etmeyi öğrendim.

Kendi çalışma tarzımı, nasıl ve hangi koşullarda çalışırsam daha fazla verim alacağımı öğrendim.

İnsanların, olayların, koşulların genelde göründüğü gibi olmadığını ve her zaman bizim bilmediğimiz bir perde arkası olduğunu öğrendim.

Yorum yapmamayı, sadece izlemeyi öğrendim.

‘Kim olsa yapar’ dediğimiz çoğu şeyin genellikle büyük emek, plan ve çaba gerektirdiğini öğrendim. Yapılan her şeye (hakkıyla yapılıyorsa tabii) saygı duymamızın çok önemli olduğunu gördüm.

İnsanlara laf anlatmanın genellikle enerji kaybı olduğunu ve bir sonuca ulaşmadığını da tekrar deneyimleme fırsatım oldu. Ne yaparsanız yapın, olay karşıdakinin algı kapasitesinde ve vizyonunda bitiyor, genelde çoğu şey sizinle alakalı değil.

Şikayet eden insanlardan ve şikayetten ne kadar rahatsız olduğumu da tekrar anladım. Öyle bir ekip oluyor ki bazen, işe giriş çıkış saatinden, bir gram fazla iş yapmaktan, bir mailden, en ufak şeyden şikayet edebiliyorlar, iyi olan şeylere tamamen gözlerini kapatıyorlar. Sorsanız kendi yaptıkları iş en yorucusu ve en önemlisi, diğerlerinin işi ise hem çok kolay hem çok da gerekli değil.  Zaman zaman canımızı sıkan şeyler oluyor ve tabii ki hepimiz şikayet ediyoruz ama bu bir alışkanlık haline geldiğinde karşımdakine tahammül edemiyorum.  

Çalışma hayatının ne kadar detaylı olduğu da bir diğer öğrendiğim şey oldu. Bir sene boyunca bir birimi yönettim ve o kadar detaylı bir çalışma planı ile ilerliyordum ki, normalde aklıma gelmeyecek her türlü detayı düşünmek, planlamak ve gerçekleştirmek işin bir parçasıydı.

Bu saydıklarımı iş hayatında öğrenmiş de olsam, hayatımda uygulamaya başladım.

Ofiste sürekli normal davranmamı bekleyemezdiniz, değil mi?
2018-2019 sezonu çalıştığım üniversitedeki masam

İstanbul ve çeşitlilik- bugün nereye gideyim?

Bahsettiğim gibi ilk sene genelde ev-iş arasında gidip geldikten sonra bu iş böyle olmayacak, İstanbul gibi canlı bir şehirde yaşıyorum diyerek hareketlenme kararı aldım. Zaten ilk seneden sonra hem maaşımın neredeyse yüzde elli artması hem de çalışma saatlerimin azalması ile keyifler biraz olsun yerine gelmişti (ikinci sene metrobüs denen şeyle tanıştım onu saymazsak). Konserlere, etkinliklere gideyim, yeni mekanlar keşfedeyim derken bundan ne kadar keyif aldığımı, hareketli bir hayat yaşadıkça enerjimin yerine geldiğini, sadece ev-iş zincirinde takılıp kalmanın ne kadar bana göre olmadığını tekrar hatırladım. Bir süre rastgele etkinlik ve mekanlara gidip gezdikten sonra bunları neden kayıt altına alıp paylaşmıyorum fikri belirdi zihnimde. Sonrası zaten yemek bloğu.

Blog fikri

Kayıt altına almayı, not tutmayı, fotoğraf çekmeyi falan zaten hep severdim, 2014 yılında ‘fikirler, düşünceler ve zevkler’ adında iki-üç defter tutmuşum bir de gittiğim üç-beş mekan hakkında kendi kendime bir şeyler yazmışım ama bunun devamı gelmemiş, orada kalmış. Şimdi dönüp baktığımda blog fikrinin temellerinin aslında o yıllara dayandığını görüyorum, o zaman hiç öyle bir niyetim olmamıştı.

Deneyimlediğim şeyleri insanlarla paylaşmanın iyi bir fikir olacağını düşünerek, ayrı bir instagram hesabı açıp önce sadece mekan önerileri ve yemek tariflerine yer verdim. Bu böyle devam ederken seyahatler, kitaplar, fikirler de blogda yer almalı düşüncesiyle, gerçek anlamda bu işi yapma kararı aldım, bu sefer gerçekten blog oluşturdum. İçerik ne olmalı, nasıl yazmalıyım, nelere yer vermeliyim, ne sıklıkta yazmalıyım diye bol bol düşünüp plan yaptım, sonra her şey kendi kendine şekillendi. Çalışma saatlerim azaldı, evime nispeten daha yakın bir üniversitede çalışmaya başladım, kendime daha fazla vakit ayırabiliyordum. Blogdan çok keyif alıyordum ve tüm yazılarımı büyük bir özenle yazıyordum. Kendime bir alt limit belirledim, işten arta kalan zamanlarımda neredeyse tüm vaktimi ikinci ve asıl sevdiğim iş olan blog için ayırdım. Aslında çok kolay gibi görünüyor fakat belirli bir düzen ve disiplin oturtmak şart, ama kesinlikle değiyor. Derken gerisini biliyorsunuz zaten, on aydır düzenli yazıyorum.

Neler öğrendim? Genel değerlendirme

  • Düzenli olmayı.
  • Ev idare etmeyi.
  • Sorumluluk almayı.
  • Zihnimi toplamayı.
  • Yemek yapmayı.
  • Para idare etmeyi.
  • Yalnız kalmayı.
  • Kedi sevgisini.
  • Benden çok farklı insanlar, benimkinden çok farklı hayatlar olduğunu.
  • İnsanların ve olayların genelde göründüğü gibi olmadığını.
  • Insanlara olan davranışlarınızın hayatınıza yansıdığını, bir şekilde sizin karşınıza çıktığını.
  • Insanların davranışlarının genelde benimle değil, kendileriyle ilgili olduğunu.
  • İstanbul’un her köşesinin keşfedilecek şeylerle dolu olduğunu.
  • Yazmayı ne kadar çok sevdiğimi.
  • Seyahat etmeyi, gezmeyi, yemek yapmayı ve yemeyi ne kadar çok sevdiğimi.
  • Deneyimlerimi paylaşmaktan ne kadar keyif aldığımı.

Ve son olarak, açık kalpli ve kibar olursanız, olasılıkları kabul ederseniz ve gelecek hakkında saplantılı olmazsanız, bulunduğunuz yerde, elinizde olanla, elinizden gelenin en iyisini yaparsanız hayatınızda hep güzel şeyler olacağını da öğrendim. Şans dediğimiz şeyi kendimiz yaratıyoruz ama farkında değiliz çoğu zaman.

Bu yaşadığım üç yılın beni hayatımda bir üst level’a taşıdığını düşünüyorum. Aslında İstanbul’da öğrendiğim hayat dersleri gibi bir şey de olabilirdi yazının başlığı. Yaşadığım iyi kötü her şeye ‘iyi ki’ diyorum, deneyimlediğim her şey bulunduğum noktaya gelmemin sebebi.

Çok şey öğrendim, yine öğrenecek çok şeyim var. Kendimi tanıma konusunda epey yol katettim ama kim bilir daha ne kadar çok yol var. Öğrenecek şey, alınacak dersler bitmiyor. Zaten bu yüzden güzel değil mi hayat?

1 Yorum

  1. Elvancığım, kutluyorum gençlere örnek oluyorsun. Ailece yaşantınızı bildiğim için bu sonuç takdirle karşılayacağım bir sonuç. El bebek gül bebek yetişmenin seni şımartmaması, annenin (canım Çiğdemciğim) “kızım büyümüş” ifadesini kullamasını hakkı çıkartıyor. Yolun açık olsun. İyilerle karşılaş inşallah. Takip edeceğim sayfanı.🙏🏻

Bir Cevap Yazın