Dünya olarak enteresan günler geçiriyoruz. Alıştığımız, bize öğretilen ve bir parçası haline geldiğimiz sistemin tam karşıtı bir hayat tarzı sürdürmemiz gereken günlerdeyiz. ‘’Bunda da görmemiz gereken bir şey vardır’’ yorumlarını duyuyorsunuzdur, ben de buna katılanlardan biri olsam da klişe ifadelerden uzak durmaya çalışacağım. Fakat şu da bir gerçek: oturmuş düzenlerin; yenilerine yer açabilmek adına, bazı şeylerin düzeltilmesi adına bazen bir dış etken tarafından sarsılması gerekiyor. Yaşadığımız durum da biraz böyle bir şey bence.
Yargılamaya, kendinden olmayanı sevmemeye, ayırmaya ve etiketlemeye alışık insanoğlunun apaçık gördüğü bir şey var şu an gündemde: hastalık ve felaketler hepimiz için. Bunun dili, dini, ırkı, hiçbir şeyi yok. Hepimiz doğa karşısında aynı şekilde savunmasızız, aynı ölçüde kırılganız. Ve hiçbirimiz dünyanın merkezi değiliz, sadece aklımızın alamayacağı kadar büyük bir bütünün parçalarıyız. Hepimiz öyle ya da böyle bir şekilde birbirimize bağlıyız, birbirimizi etkiliyoruz. Buna rağmen her birimiz kocaman birer dünyayız.
Günlük hayatımızı sürdürme peşinde koşarken, kendimize dönmeyi, hissettiklerimizi irdelemeyi, tepkilerimizin altında yatanları ihmal ederiz çoğu zaman. Bu yüzden tam olarak kendimizi suçlayamayız, çünkü şu anki sistem bunu gerektiriyor ve bu sisteme baş kaldırmak öyle çok da kolay değil. Günde dokuz on saat çalıştıktan sonra eve gelince insan düşünmek istemiyor, uyuşmak istiyor, yorgunluğunu unutmak istiyor. Dolayısıyla en kolay, en temel aktivitelere yöneliyor, zihni ve bedeni o kadar yorulmuş ki onları daha fazla yormayı istemiyor. Zihninizin ve bedeninizin çok güçlü olması lazım bütün bunları kaldırabilmek için, ama onları güçlendirmek de alışana kadar biraz daha yorulmak, biraz daha çabalamak anlamına geliyor ve bunun bir sonu yok.
Çocukluğumdan beri hep şu soruyu sorardım aileme: neden haftada beş gün okula gitmemiz gerekiyor? Çünkü benim okul dışında yapacak daha önemli şeylerim vardı hep kafamda. Okul biteli altı sene oldu, soru aynı, yapacak şey hala çok. Çok rahat koşullarda çalıştığım dönemler de oldu, serbest çalıştığım zamanlar da. Ama biliyorum, bu fırsatı elde eden nadir insanlardan biriyim. Çoğunluk böyle bir fırsatın hayalini bile kuramıyor, temel ihtiyaçlarını karşılama çabasında yaşamını sürdürüyor. Kimi zaman ‘ben ne yapıyorum, ne istiyorum’ sorularından bile kaçıyor.
Dünya bu şekilde sürüp giderken şimdi çoğumuz evimizdeyiz. Dışarıda yapacak hiçbir şey yok şu an. Kimse yok. İşlerin öyle ya da böyle evden de yürüdüğünü görmüş durumdayız. Hala işe gitmek zorunda olanlar var tabii, kimisi şu kriz döneminde gerçekten gitmek zorunda (sağlık çalışanları buna en büyük örnek) kimisi de patron şımarıklığı yüzünden gidiyor. Umarım önümüzdeki günlerde ikinci grubun sorunu çözülür her şey daha da ciddileşmeden. Bu arada küçük bir not düşeyim: ben hiçbir zaman patron düşmanı olmadım çünkü babam da patron. Hatta ana sınıfında bana sormuşlardı bir gün, büyüyünce ne olmak istiyorsun diye, cevabım çok netti: patron olmak istiyorum. Onun spesifik bir meslek olmadığını, herhangi bir meslekte patron olunabileceğini sonradan öğrenmiştim. Yönetmenin ne kadar zor ve detaylı olduğunu da zamanla anlıyor insan. Hala daha kendi işimi kurmak ve yönetmek hayalim, dolayısıyla beş yaşımdaki cevabımla şu anki cevabım aynı olduğu için patronlar hakkında kötü konuşmam söz konusu değil. Kendim de dahil herkes için söyleyebileceğim şey şu; kimse nereye nasıl geldiğini unutmasın, empati yeteneğini kaybetmesin ve şişirilmiş egosuyla yaşamasın. Bunlar çözülürse çoğu şey çözülür.

”Dünyanın olduğu gibi kalmasını isteyen biri, aslında onun varlığını sürdürmesini istemiyor demektir.”
Ben kendi adıma çok endişeli değilim. Özellikle son zamanlarda stoa felsefesiyle ilgili üst üste çok kitap okudum, bu felsefeyi tamamen olmasa da kenarından köşesinden bir şekilde benimsemiş olmamın da etkisi olabilir şu an hissettiklerim. Çoğumuz gibi ben de gündemi takip ediyorum, sadece onaylanmış kaynaklardan okuduklarıma inanıyorum, hastalığı yaymamak ve kendimi korumak adına önlemlerimi alıyorum. Sürekli bu konuda konuşmanın ve her yazılıp çizileni okumanın yararı yok, zararı var. Ortada bir gerçek var, ve bu gerçek de yavaş yavaş birçok şeyi değiştiriyor. Bazı şeyler sarsılmadan değişmiyor.
Aslında bu yazı bir kitap önerileri yazısı olacaktı, o niyetle oturdum bilgisayarın başına. Hatta ‘kendimize dönmek’ ile ilgili şeylerden bahsetmemin sebebi, kitap önerilerimin de bu konuda olmasıydı. Ama o kadar uzun uzun yazdım ki ‘korona günlerinde hissettiklerim’ yazısına dönüştü, bu kadar yazdıktan sonra bir de kitap önerileri ile kafanızı karıştırmamak adına, onu ayrıca yazmaya karar verdim.
Klişe şeyler söylemek istemiyorum dedim biliyorum, ama klişe de olsa ortada olan bir gerçek var: değişik şeyler yaşıyoruz, bildiklerimizi sorguluyoruz ve sarsılıyoruz. Kimi zaman değişim ve dönüşüm böyle oluyor demek ki.
Bugüne kadar sevgili dünyamızın başına çok şey geldi. Bu da geçecek, yaşayan bizler tarafından anlatılan hikayelerde, yazılan yazılarda, çekilen filmlerde kalacak. Sonra bir yenisi gelecek, o da geçecek.
Değişim, her şeyden güçlüdür. Bunu kabul ederek yaşamaya devam ettiğimiz sürece her şey çok daha anlamlı, her şey çok daha katlanılır, her şey çok daha güzel.