Paris, benim gözümde hiçbir zaman çekiciliğini kaybetmeyecek bir şehir. Bu benim Paris’e ilk gidişim değildi, ama yine aynı heyecanla gittim, biraz daha büyümüş olmanın etkisiyle daha bilinçli ve keyifli gezdim. Geçen sefer tam olarak fark etmemişim sanırım çünkü çok fazla fotoğraf çekmemişim, Paris gördüğüm en estetik şehirlerden biri olduğu için bu sefer bol bol fotoğraf çektim. Yapılacaklar listemin hepsini gerçekleştirebilmem zaten mümkün değildi, o kadar zamanım yoktu, ama üç gün içinde öyle bir gezdim ki gerçekten dönüp notlarıma baktığımda bunların hepsini üç günde sindire sindire nasıl yapmışım diye düşündüm.

Yazıya devam etmeden önce turist rehberliğim görevini üstlenen, şehirle ilgili ipuçları veren, ‘şurada bir fotoğrafımı çeker misin’ taleplerimi sabırla yerine getiren, sabah altıda gün doğumu izleyeceğiz diye Trocadéro’da benimle buluşan Melis’e özel teşekkürlerimi sunmak istiyorum. Sayesinde Paris hakkında daha önce bilmediğim bolca şey öğrendim, şehri iyi bildiği için ‘şuraya nasıl giderim’ araştırmalarından beni kurtararak zaman kazanmamı sağladı (tabii ben bu bilgileri sizinle burada paylaşacağım), beni gelir gelmez evinde kahve ve brownie yaparak ağırladı. Kendisine ne kadar teşekkür etsem az. Kalpler ve öpücükler gönderiyorum buradan.

Paris’te o kadar çok yiyip içtim ki, yeme içme meselesi için ayrı bir yazı yazdım, şuradan okuyabilirsiniz.
Yakın zamanda aldığım Fransa Schengen Vizesi ile ilgili yazı da burada.
Devam etmeden önce, bu yazıya daha çok Paris atmosferi katmak isterseniz diye size birkaç şarkı önerisi vermek istiyorum, ben yazıyı bunları dinleyerek yazdım belki siz de öyle okuyup kendinizi Paris’te hissedersiniz.
- Bistro Fada- Stephane Wrembel (bu benim favorim, insanı direkt Paris’e götürüyor, çok keyifleniyorum)
- La Foule- Stephane Wrembel
- La vie en rose- Zaz
- Senor- Paris Combo
- Belle- Patrick Fiori, Garou, Daniel Lavoie
- Le temps des cathédrales – Bruno Pelletier (bu son iki şarkıyı dinlerken hem eserin hem de Paris’te o dönem yaşananların trajedisi çöküyor üzerime gibi oluyor, bir de 2018 yılında canlı izlediğim müzikal geliyor gözümün önüne)
- La Boheme – Charles Aznavour (tam bir klasik)
- El Tango de Roxanne- José Feliciano, Ewan McGregor, Jacek Koman (bunu Pigalle’i okurken dinleyin)
Biz Paris gezi notlarıyla devam edelim.
İçindekiler
Havaalanından Şehre Ulaşım
Paris’te üç tane ana havaalanı var: Paris Charles de Gaulle (CDG), Paris Orly (ORY) ve Paris Beauvais. CDG, özellikle uluslararası uçuşların sıklıkta olduğu bir havaalanı. Türk Hava Yolları ve Pegasus’un bazı uçuşları da buradan yapılıyor. ORY, daha çok iç hatlar için kullanılıyormuş, fakat Pegasus genellikle buraya uçuyor. Beauvais de Ryanair, Wizzair gibi low-cost firmaların kullandığı bir havaalanıymışmışmış.
Ben Pegasus’la Orly’ye geldim, o yüzden Orly hakkında biraz bilgi vereceğim. Orly’den şehir merkezine RER (tren), AirFrance otobüsleri ve OrlyBus ile ulaşabiliyorsunuz. Tabii ki taksi seçeneği de mevcut, ben genelde toplu taşımayı kullandığım için özellikle bunlar hakkında bilgi veriyorum. Gideceğim yere yakın olduğu için OrlyBus kullandım fakat OrlyBus direkt şehir merkezine gitmiyor, bilginiz olsun. 8 Euro civarında bir ücreti var ve iki durakta duruyor: Montsouris ve Denfert-Rochereau. Buralardan şehir merkezine gitmek için de tekrar toplu taşıma kullanmanız gerekiyor, dolayısıyla kalacağınız yerin konumuna bağlı olarak hangi aracı kullanacağınızı bulabilirsiniz. Ücretler, duraklar ve ayrıntılı bilgi için dünyanın en eski tasarımını kullanan şu siteden detaylı bilgi alabilirsiniz.
Paris’te Ulaşım
Paris’te ulaşım deyince benim aklıma tek bir şey geliyor: metro veya RER (bölgesel tren). Metro her yere gidiyor, bu konuda fazla düşünmenize gerek yok. Eğer hava güzelse de yakın yerleri gezerken bol bol yürüyün, zaten hep söylüyorum en güzel keşif yöntemi yürümek, gezerken yeterince yürümediysem bir şeyleri kaçırıyorum hissi geliyor bana. Paris’ten dönmeden önce ‘10 promenades pour découvrir Paris’ (Paris’i keşfetmek için 10 yürüyüş rotası) diye bir kitap aldım, İngilizcesi de mutlaka vardır, siz gider gitmez bir Fnac bulun (Fnac, D&R tarzı bir mağaza) bir dahaki gidişimde bu rotaları izleyeceğim.
Eiffel manzarası ile metro yolculuğu yapmak isterseniz: M6
Tüm durakların turistik ve güzel yerlere çıktığı bir metro hattı için: M1
İşlevsel ve gezeceğiniz birçok yerde duracak bir metro hattı: M4
Metro biletlerini tek tek alabileceğiniz gibi, 10 adet de alabiliyorsunuz. İşin komik yanı size gerçekten minik bir poşet içinde 10 adet kağıt bilet veriyorlar, evet tek tek. İlk seferinde çok garipsemiştim, yıl olmuş 2019 hala bire bir aynı şeyi kullanıyorlar. 10 bilet 15 Euro, bir kere metroya girdiğiniz zaman tek biletle istediğiniz kadar aktarma yapabiliyorsunuz.
Çoğu Avrupa şehrinde biletinizi okutmadan direkt geçiş vardır fakat Paris’te durum böyle değil. Biletinizi okutmadan kapılar açılmıyor, kapılarda genelde güvenlik var (tabii ki İstanbul kadar değil). Dolayısıyla ‘aman ben bilet almayayım’ olayını düşündüyseniz, düşünmeyin, metro kullanamazsınız.
Şu noktada bir de güvenlik uyarısında bulunmak istiyorum: Paris metrosunda hırsızlık olayları çok sık yaşanıyor. Çantanızı gözünüzün önünden ayırmayın, şaşkın şaşkın gezmeyin arkadaşlar. Bulunduğum üç gün içerisinde metroda kapkaç var anonsuna epey denk geldim, gerilmeyin, dikkat edin. Bu kadar gerilim yarattıktan sonra şimdi de sizi rahatlatayım: ben sabah altıda da metroya bindim, son metroyla tek başıma otele de döndüm (otelim merkezin ortasındaydı bu arada, her yer güvenli demiyorum), eşyalarıma sahip çıktım, başıma bir şey gelmedi. Yani mutlaka olacak diye bir olay yok, siz önleminizi alın, gece gece saçma sapan yerlere gitmeyin, yeter. Mesela M1’in gittiği yerlerde gece de gezebilirsiniz. Şehir merkezinden geceleri fazla uzaklaşmamak iyi bir fikir olabilir, özellikle tek geziyorsanız.

Paris ve ‘Arrondissement’lar
Paris, yirmi bölgeye ayrılmış bir şehir, bu bölgelerin her biri Fransızcada ‘arrondissement’ diye geçiyor. En ortayı birinci bölge olarak düşünün, spiral çizerek ilerliyor bölgeler. Durum bu olunca da mesela birinci ve sekizinci bölge, üçüncü ve on birinci bölge gibileri kulağa uzak gelse de komşu olabiliyor.


Şimdi o zaman bazı bölgelere kısaca göz atalım:
1er arrondissement: Burası haritada da gördüğünüz gibi, Paris’in kalbi. Louvre, Tuileries, Place de la Concorde, Palais Royal, Place Vendome gibi birçok ünlü yer burada. Alışveriş için de Rue de Rivoli (bu cadde 3 kilometre, dümdüz devam ederseniz sizi 4. bölgeye kadar götürüyor) ve Les Halles yine burada yer alıyor. Benim kaldığım otel de buradaydı, dolayısıyla bütün bu saydığım yerler bana yürüme mesafesindeydi. Yolunuz buradan mutlaka geçecek (çok iddiali konuştum ama geçmeli yani).
3e arrondissement: Burası benim aşık olduğum, favori bölgem: Le Marais. Saatlerce sokaklarında gezdiğim, fotoğraf çektiğim, Parisien cafélerinde keyif yaptığım sevgili Le Marais’ciğim. Aynı zamanda şehrin en popüler ve canlı bölgelerinden. Butikleri, caféleri, caddeleri ile gerçekten de gördüğüm en güzel yerlerden. Buraya mutlaka en az bir yarım gün ayırıp sokaklarda bol bol gezin, fotoğraf çekin, bir yarım günü veya daha fazlasını da müzelere ayırın çünkü favori müzem, Centre Pompidou da burada yer alıyor (adresi dördüncü bölge olarak geçiyor ama zaten üç ve dört iç içe bölgeler). Aslında bu bölgeye ne kadar zaman ayırsanız o kadar iyi. Musée Picasso, Place des Vosges, Musée des Arts et Métiers, Maison Victor Hugo da bu bölgenin önemli yerlerinden.
4e arrondissement: Le Marais’nin bir kısmı da burada yer alıyor, zaten 3 ve 4 komşu. Aslında burası Orta Çağ Paris’i, Notre Dame Katedrali burada. Filmlere konu olmuş meşhur kitapçı Shakespeare&Company de Notre Dame’ın tam karşısında (adres olarak beşinci bölgede kalıyor.)

5e arrondissement: Latin Quartier olarak geçen bu bölge, Avrupa’nın en eski üniversitelerinden biri olan Sorbonne’un olduğu bölge. Aynı zamanda Panthéon, Rue Mouffetard, Shakespeare&Company de bu bölgede. Bölgenin Latin Quartier olarak adlandırılmasının sebebi de on ikinci yüzyıldan beri birçok okula ev sahipliği yapmış olması ve o dönemde üniversitelerin öğretim dilinin Latince olmasıymış.
6e arrondissement: Saint-Germain des Prés için Paris’in edebi semti diyebiliriz, zamanında Ernest Hemingway, James Joyce, Bertolt Brecht, Simone de Beauvoir ve Jean-Paul Sartre gibi isimlerin takıldığı ‘Les Deux Magots’ ve Pablo Picasso, Albert Camus, Leon Trotsky, Ossip Zadkine gibi isimlerin takıldığı ‘Café de Flore’ burada yer alıyor, ikisi yan yana, birini bulduğunuzda öbürünü de bulmuş oluyorsunuz. Aynı zamanda bu bölge alışveriş için de meşhur.

7e arrondissement: Ve işte geldik Eiffel Kulesi’ne. Eiffel Kulesi, Musée d’Orsay ve Musée Rodin, bu bölgede yer alıyor.
8e arrondissement: Eiffel Kulesi’nden sonra süper-meşhur bir yere daha geldik: Champs-Elysées, Türkçesiyle ŞANZELİZE. Şimdi ne yalan söyleyeyim, tamam Champs-Elysées güzel cadde falan ama Paris’te o kadar harika yerler varken insanların favorisinin burası olması olayını ilk gittiğimde de anlamlandıramamıştım, hala aynı düşünüyorum. Yine de buralarda yürümek keyifli tabii. Gitmişken Arc de Triomphe’u da ihmal etmeyin (zaten edemezsiniz, karşınızda bütün ihtişamıyla göreceksiniz.) Grand Palais ve Petit Palais de bu bölgenin güzelliklerinden.
9e arrondissement: Opera Garnier, Palais Garnier, Galeries Lafayette, yine bir deparment store olan Printemps burada yer alıyor. Henri Matisse’in öğretmenlerinden biri olan Fransız ressam Gustave Moureau’nun müzesi de bu bölgede. Burası aynı zamanda Sacré-Cœur’ün yer aldığı on sekizinci bölge ile de komşu.
16e arrondissement: Eiffel Kulesi’ni görmek için en meşhur ve turistik yer olan Place du Trocadéro bu bölgede yer alıyor. Çılgınca kalabalık oluyor, söyleyeyim, zaten tahmin edersiniz. Ama gerçekten güzel bir şekilde görüyorsunuz.
18e arrondissement: Montmartre, Pigalle, Moulin Rouge ve Sacré-Cœur burada yer alıyor. Aynı zamanda bu bölge, vintage giysi meraklısıysanız da birçok seçenek sunuyor. Amélie filmini seviyorsanız ilginizi çekecektir, Amélie’nin çalıştığı Café des deux moulins bu bölgede. Yine tarihi ve hikayeli bir café olan ‘Le Consulat’ da burada, zamanında Picasso, Van Gogh, Toulouse-Lautrec, Monet gibi isimler burada takılıyormuş.
20e arrondissement: Bu bölgede muhtemelen pek bir işiniz olmayacak fakat benim burayı notlara eklememin sebebi meşhur mezarlık Père-Lachaise’in burada olması. Aklınıza ‘ne diyor bu ya mezarlık mı gezeceğiz’ gibi bir soru gelmiş olabilir fakat buranın özelliği birbirinden ünlü isimlerin mezarlarının burada olması. Yine de garip bir fikir tabii. Ben mesela Chopin için gelmiştim buraya. Oscar Wilde, Edith Piaf, Georges Bizet, Jim Morrison hatta Ahmet Kaya gibi birçok ünlünün mezarı burada yer alıyor. Çok büyük bir alan, girişte elinize bir harita alıp tek tek görmek istediğiniz mezarları falan seçip öyle geziyorsunuz, tuhaf bir aktivite. Yedi yaşımdan beri favori bestecim olan Chopin’in mezarını görmeden dönmek istemedim, dolayısıyla ilk gittiğimde burayı ziyaret etmiştim.


Paris’te Konaklama
Şimdi sizinle bazı gerçekleri konuşmak istiyorum. Uzatmayacağım, Paris’te konaklama PAHALI. Bir iki gezi yazımı okuduysanız bilirsiniz, normalde konaklama için Airbnb tercih ediyorum fakat bu kez az kalacağım için ve tam olarak istediğim yerde bir ev bulamadığım için otel tercih ettim, Rue de cygne’de bulunan Hotel du Cygne’de konakladım. Kaldığım otel muhteşem bir yerdeydi, istediğim her şeyin ortasındaydım, çoğu yere yürüme mesafesindeydim. Etienne-Marcel metrosundan çıkıp köşeyi döndüğüm an otel karşımdaydı. Lokasyon olarak muhteşem ama olanak olarak hiçbir şey sunmadığını da belirtmek isterim, gerçi ne sunmasını beklediğinize göre değişir bu kriter. Ben otel bakarken aradığım temel şeyler odada banyo olması, temiz olması ve lokasyonu oluyor. Bu üç şeyi de sunuyordu, oda ve banyo son derece temizdi. Ama hani bildiğiniz küçücük bir oda; tek kişilik bir yatak, bir çalışma masası ve bir banyoya gecelik 100 euro falan veriyorsunuz, pat diye söyleyeyim de sonradan kalbiniz kırılmasın.



Otellerin fiyatlandırmasında en büyük etkenler mevsim ve lokasyon. Tahmin edeceğiniz üzere, kaldığım ayarda bir otel başka bölgelerde çok daha ucuz oluyor. Benim bu kadar merkez tercih etmemin sebebi hem gezerken zaman kazanmak istemem hem de tek başıma seyahat ediyor olmamdı. Ayrıca Eylül, Paris’te bol turist ağırlayan bir ay olduğu için fiyatlar da düşmemiş oluyor, aynı oda Eylül’de 100 Euro iken Kasım’da 70 Euro gibi bir fiyat görmeniz mümkün.
Bahsettiğim gibi Paris için çok güvenli bir şehir diyemeyeceğimiz için otelinizi merkezden çok da uzaklaşmadan seçerseniz daha keyifli bir gezi geçirebileceğinizi düşünüyorum.
Bu arada fiyat konusunda son bir öneri olarak, booking.com gibi sitelerden istediğiniz özelliklerde bir otel bulduğunuzda o otelin bir de kendi web sitesine bakmanızı tavsiye ederim. Ben kaldığım yeri booking.com’dan buldum fakat rezervasyonu otelin kendi sitesinden yaptım, 10-20 Euro da olsa fark yaratabiliyor. Bazen de otelin sitesi sizi direkt booking.com’a yönlendirebiliyor, ama olsun, denemekte fayda var.
Paris’te Ne Kadar Kalmalı?
Bakın buna vereceğim cevabı biliyorsunuz, en basit yerde bile size günlerce kalın diyebilirken, Paris için gerçekten ne desem bilemiyorum. Yapacak o kadar çok şey var ki, Paris’i hakkıyla gezeyim derseniz hakikaten 8-10 gün gerekiyor. Ben ikinci kez geliyorum, iki seferde de deliler gibi gezmiş olmama rağmen üçüncü sefer için hala devasa bir yapılacaklar listem var. Gelin anlaşalım, buraya ya en az bir hafta ayırın (yine de yetmeyecek) ya da tekrar tekrar gelin.

Paris Bütçesi
Paris’te konaklama pahalı falan dedik, ee diğer şeyler ucuz mu bari sorusunun cevabını da aynı netlikte vereyim de konu uzamasın: çoğu şey pahalı. Her zaman söylediğim gibi bu ucuz pahalı meselesi şehirde neler yapmak istediğinize göre değişiyor ve çok göreceli, yine de ortalama olarak konuşacak olursak Paris diğer Avrupa şehirlerinin üzerinde fiyatlara sahip.
Biraz örnek vermek gerekirse;
Klasik bir parisien caféde kahve: 3-4 euro civarı (Café de Flore, Les Deux Magots gibi yerleri saymayın, bunlarda kahve 7 euro falan)

Parisien cafélerde Fransız kahvaltısı (croissant, reçel, tereyağı, kahve vs.): 10-15 Euro
Ortalama bir barda/caféde kokteyl: 10-15 Euro civarı
Ortalama bir restoranda ana yemek: 15-25 Euro civarı, çok fantastik bir şey yemiyorsanız
Bir caféde yarım litre şarap: 15 Euro
Kadeh şarap: 4-5 Euro
Muhteşem Pierre Hérme macaronları, 7li kutu: 20 Euro
Croissant: 1-2 Euro
Soğan çorbası: 8-9 Euro
10lu metro bileti: 15 Euro
Le monde: 2.80 Euro (şimdi oralara kadar gitmişken Fransızca biliyorsanız alın bir le monde, bir kahve, parklarda takılın değil mi ama)
Shakespeare and Company çantası: 10 Euro (bütçe bölümü iyice saçmalaşmadan bitirelim, kendi sevdiğim şeyleri listelerken yakaladım kendimi yine)
Ee hadi o zaman benim geçirdiğim üç güne şöyle bir göz atalım, ipuçlarını okuyalım.
Gün 1
Orly Havaalanı’ndan şehre ulaştığımda öğleden sonra olmuştu, Melis’te dinleneyim, brownie yiyelim kahve içelim falan derken akşam üzeri oldu, otele gidip eşyalarımı bıraktıktan sonra en sevdiğimden Parisien bir caféde yemek yiyip şarap içtik. Yeme içme kısmı bol detayıyla yeme içme rehberinde, o yüzden burada fazla değinmeyeceğim.
Bu arada hava güzelse Paris’te akşam yürüyüşü inanılmaz keyifli bir şey, şehrin ışıklandırması çok güzel oluyor. Birinci, üçüncü ve dördüncü bölgeleri gece keyifle yürüyebilirsiniz.

Les Halles
Burası hem bir bölge, hem de bölgede aynı isimli kocaman bir alışveriş merkezi var. Şimdi Paris’e gelmişsiniz alışveriş merkezi gezmek gibi saçma bir aktiviteye girişmeyin lütfen fakat herhangi bir şeye ihtiyacınız olursa burada kesin vardır, o yüzden not düşüyorum. Mesela burada dev bir Fnac vardı, Fnac D&R gibi bir şey, içinde teknolojik aletler, CDler DVDler, kitaplar falan bu tarz her şey var. Fransızca ve İngilizce kitap bakmak istiyorsanız bir göz atın. Bu arada Les Halles, Pazar günü de açık olan alışveriş yapabileceğiniz nadir yerlerden. Saat ilerledikçe çok çok kalabalık oluyor, haberiniz olsun.
Ulaşım: Metro, Châtelet–Les Halles istasyonu (buradan çok fazla hat geçiyor). Fakat burada inmenizi önermem çünkü kendisi devasa ve karışık bir istasyonmuş. Eğer M4 üzerindeyseniz Etienne-Marcel’de inip buraya yürüyebilirsiniz, çok yakın.
Cathédrale Notre-Dame de Paris



800 yıllık tarihi ile şehrin güzeli Notre Dame’ın bir kısmı bu yılın Nisan ayında yandığı için tahmin edersiniz ki tadilatta. Yine de uzaktan şöyle bir bakabilirsiniz, ihtişamından çok bir şey kaybetmemiş.
Ulaşım: M4, Cité durağı
Shakespeare& Company


Burası filmlere konu olan, Paris’in en ünlü ve turistik kitapçılarından biri, 1951 yılında açılmış. Notre Dame’ın hemen karşısı, uğramadan dönmeyin. Hem atmosferi, hem İngilizce kitap seçeneği ile mutlaka ilginizi çekecektir. Bir üst katta piyano da var, ben gittiğimde çalmıştım mesela. İçeride fotoğraf çekmek yasak deniyor fakat sanırım hatırladığım kadarıyla içeride etkinlik olduğu zamanlarda insanları rahatsız etmemek için böyle bir uyarı var (çünkü ben ne zaman gitsem fotoğraf çektim ve çalışanlar herhangi bir şey demedi, artık kibarlıklarından mı bilemem ama…….). Yeri gelmişken, mekanı kendi mekanıymış gibi sahiplenen, fotoğraf çeken herkesi ‘NO PHOTO’ diyerek tek tek uyaran Asyalı turist amca, sana buradan selamlar… Buraya giderseniz bez çantalarından bir tane de benim için alın, ben ilk gittiğimde almıştım parçalanana kadar kullanıp sonunda çöpe attım, bu sefer gittiğimde ise stokları tükenmişti ve yenisi önümüzdeki ay gelecek dediler, kalbim hala kırık.

Kitapçının tarihi hakkında bir şeyler öğrenmek isterseniz de, buyrun buraya bir göz atın.
Ulaşım: M4, Cité durağı
Pont Neuf
Pont Neuf, Yeni Köprü anlamına geliyor fakat ismi ile zıt bir şekilde Seine Nehri’ni birbirine bağlayan ilk köprü, 1578- 1607 yılları arasında yapılmış.
Ulaşım: M4, Pont Neuf durağı, ama burayı özellikle görmek için burada ineceğinizi sanmam, siz Cité’den buraya yürüyün zaten yakın.
Musée du Louvre

Evet, geldik Avrupa müzelerinin baş tacı olan Louvre’umuza. Ben geçen sefer geldiğimde burayı gezdiğim ve epey az zamanım olduğu bir kez daha gezmek gibi bir şeye girişmedim açıkcası, çünkü buraya tam gün ayırmanız lazım, o yüzden iyi planlayın, aynı güne başka müze koymak gibi bir hataya düşmeyin. Bu sefer Louvre’un bahçesinde gece takıldık, çok keyifliydi, yukarıda bir yerlerde de yazdım gece bu civarda yürümek çok keyifli, tavsiye ederim. Ben müzeyi gezeceğim diyorsanız buyrun birkaç yararlı bilgi.
Salıları kapalı, Pazartesi, Perşembe, Cumartesi, Pazar: 09.00-18.00 arası açık
Çarşamba ve Cuma 09.00- 21.45 arası açık
1 Ocak, 1 Mayıs ve 25 Aralık tarihlerinde kapalı.
Giriş ücreti 15 Euro, internetten alırsanız 17 Euro fakat sizi devasa sıralardan kurtarıyor ve yarım saat içinde müzeye gireceğinizi söylüyorlar, ben denemedim bir şey diyemem, kapıdan almıştım biletimi. İnternetten almak isterseniz link de burada.


Ulaşım: M1 veya M7, Palais-Royal Musée du Louvre durağı, veya M14, Pyramides durağı.
Trocadéro’da gece
Paris’e geldik eeee hani Eiffel esprilerimin bitmesini sağlayan ‘al sana Eiffel’ mekanı: Place du Trocadéro. Şaka bir yana, buradan Eiffel’i gerçekten çok güzel bir şekilde görüyorsunuz, bunu tek bilen ben değilim tabii ki o yüzden çok çok kalabalık bir yer. Gece pırıl pırıl bir Eiffel isterseniz bekleriz. Klişe falan ama, insana ‘ben şimdi gerçekten Paris’teyim’ duygusunu yaşatıyor, ben severim böyle klişe şeyleri.

Ulaşım: M6 veya M9, Trocadéro durağı. M6’yı kullanırsanız Eiffel’i izleye izleye gidersiniz, benden söylemesi.
Gün 2
Birinci günün sonunda aklımıza ‘gün doğumuna Trocadéro’ya gidelim mi’ gibi çılgın bir fikir geldiği için, saat sabah altıda Eiffel’i selamlayarak başladığımız ikinci gün, bol bol aktiviteyle geçti.
Trocadéro’da Gün Doğumu

Gün doğumu ve gün batımı beni genellikle çok mutlu eder, yazın gün batımının huzurunu aslında daha çok seviyorum çünkü ardından hava serinliyor ve gece oluyor fakat gün doğumunun en büyük artısı etrafta insan olmaması. Paris turist ve insan kaynadığı için, gün doğumundan yararlanma fikri son derece yerinde oldu, aldık croissantlarımızı oturduk sakin sakin gün doğumu izledik, fotoğraf çektik. Tabii gün doğumundan yararlanma fikri Asyalı çiftlerin de aklına gelmiş olacak ki, fotoğraf çektirmek için buraya gelen Asyalı gelin damadımıza buradan mutluluklar diliyorum.
Ulaşım: M6 veya M9, Trocadéro durağı. M6’yı kullanırsanız Eiffel’i izleye izleye gidersiniz, benden söylemesi (yukarıdaki yazıyı kopyalayıp yapıştırdım, gözünüzden kaçar falan diye.)
Yürüyüş Rotası: Pont de l’Alma – Champs-Elysées- Arc de Triomphe – Grand Palais- Petit Palais

Madem geldik sabahın altısında buralara, güzel havanın tadını çıkararak Seine Nehri’nin kıyısından yürüyelim, Champs-Elysées’ye doğru ilerleyelim dedik.
Champs-Elysées- Arc de Triomphe

Yukarıda size bölgelerle ilgili bilgi verirken Champs-Elysées ile ilgili fikrimi belirtmiştim, bir kez daha belirtmek istiyorum. ‘Ay Şanzelize yaaa’ diye gezenlerin aksine ben buranın çok da bir numarası olduğunu düşünmüyorum, ne yapayım, rol mü yapayım, saklayamadım bu fikrimi. Şimdi yalan söylemeyeyim buralarda yürümek hoşuma gidiyor, görsel açıdan zaten oldukça tatmin edici ama yine tekrarlayacağım Paris’te o kadar güzel yerler var ki burayla kıyasla. Yine de tabii alışveriş yapacağım ben diyorsanız Champs-Elysées’yi boydan boya yürüyüp mağazalara girip çıkmak keyifli olabilir. Benim için Ladurée’den frambuazlı bir makaron da alın, ilk gittiğimde bir ton makaron alıp dayanamayıp SOKAKTA YEMİŞTİM (ben normalde keyif insanı olduğum için benlik değil böyle şeyler, al kahveni otur parka keyfini çıkar değil mi ama) ama bu sefer biz gün doğumu sonrası burada sabah yürüyüşü kararı aldığımız için açık hiçbir yer yoktu neredeyse.

Champs-Elysée’nin başında (veya sonunda?) bulunan Arc de Triomphe’un inşasına, 1806 yılında Napoléon’un emri ile başlanılmış. Napoléon Fransız ordusu Grande Armée’nin onuruna ‘Zafer Takı’ yaptırmak istemiş. Fakat sonra birtakım aksilikler nedeniyle inşaatın tamamlandığını 1821’de ölen Napoléon görememiş ve Arc de Triomphe 1836 yılında tamamlanabilmiş. Buraya çıkıp şehir manzarası izleyebilirsiniz, bana kalırsa Eiffel’e çıkmaktan daha iyi bir fikir çünkü Eiffel’e çıkıyorsunuz ve bir de bakıyorsunuz EEE HANİ EİFFEL? Uzatmayalım, pratik bilgiler verelim.
Arc de Triompe’a çıkacağım derseniz, 1 Nisan-30 Eylül arası 10.00-23.00 arası açık, diğer aylarda ise 10.00- 22.30 arası ziyaret edebilirsiniz. Kapanmadan 45 dakika önce ziyaretçi kabul etmiyorlarmış, bir de her seferinde tepeye çıkabilecek insan kapasitesi var tahmin edebileceğiniz gibi, eğer çok yoğun olursa almayabiliyorlarmış.
1 Ocak, 1 Mayıs, 8 Mayıs sabahı, 14 Temmuz, 11 Kasım sabahı ve 25 Aralık’ta kapalı.
Giriş ücreti 12 Euro, 19-25 yaş öğrenci ve öğretmen indirimi ile 9 Euro. (Çok uzun zamandır ilk kez bir yerde öğretmen indirimi görüyorum teşekkürler Arc de Triomphe)
Arc de Triomphe ulaşım: M1, M2 veya M6, Charles-de-Gaulle- Etoile durağı.
Champs-Elysées’nin ortasına ulaşmak için: M1, George V durağı.
Grand Palais – Petit Palais
Grand Palais, 1900 yılında yapılan l’Exposition Universelle için, Beaux-Arts stilinde inşa edilen dev bir bina ve günümüzde hala sergi ve etkinlikler için kullanılıyor, mesela Chanel defileleri burada yapılıyormuş. Sergi ve etkinlik takvimini takip ederek orada bulunduğunuz dönem ilginizi çeken bir şeye denk gelirseniz diye şu linki bırakıyorum, bir bakın.

Petit Palais de aynı şekilde l’Exposition Universelle için inşa edilmiş, 1902 yılında müze olarak kullanılmaya başlanmış, günümüzde de Paris Güzel Sanatlar Müzesi olarak kullanılmaya devam ediyor, geçici sergilere ve etkinliklere de ev sahipliği yapıyor. Programına buradan bakabilirsiniz.
Ulaşım: M1 veya M9, Champs-Elysées Clémenceau durağı.
Yürüyüş Rotası II: Place de la Concorde, Jardin des Tuileries, Musée du Louvre, Palais Royal- Colonnes de Buren (Les deux plateaux)
Gün doğumundan hemen sonra başladığımız bol manzaralı yürüyüşümüze aynen devam ediyoruz, rotayı ikiye bölmemin sebebi takip etmenizin kolay olması, yoksa dümdüz devam.
Place de la Concorde
Paris’teki en büyük, Fransa’daki ikinci büyük meydan (birincisi Bordeaux’da, Place de Quinconces’muş) olan Place de la Concorde, 1757- 1779 yıllarında kralın heykeli ile birlikte ‘Place de Louis XV’ adıyla inşa edilmiş fakat devrim döneminde bu heykeli yıkmışlar ve meydanın adı ‘Place de la Révolution’ olmuş. Sonrasında bu meydan 1200 civarında giyotinle idama ev sahipliği yapmış, bu giyotin kurbanları arasında Marie Antoinette ve Fransız Devrimi’nin öncülerinden olan Maximilien Robespierre gibi isimler var.
1795 yılında ise Place de la Concorde ismini alan meydana, 1836 yılında 3300 yıllık Luksor Dikilitaşı (obelisk) koyulmuş mu diyeyim dikilmiş mi diyeyim, nasıl denir bilemedim. Mısır, Fransa’ya bu dikilitaşı hediye etmiş deniyor, dikilitaş hediye edilir mi, hadi hediye edildi siz onu Mısır’dan Paris’e nasıl taşıdınız 1800lü yıllarda, neyse beyin kapasitemin yetmediği sorularla sizi daha fazla meşgul etmeyeyim çünkü asıl amacım bir-iki tarihi bilgi aktarmaktı.
Jardin des Tuileries

Place de la Concorde ve Louvre arasında uzanan, kocaman ve keyifli bir bahçe olan Jardin des Tuileries’yi gözden kaçırmanız imkansız. Siz de benim gibi park-bahçe meraklısıysanız alın bir kahve, burada keyif yapın. Burası aslında 1564 yılında Tuileries Sarayı’nın bahçesi olarak yapılmış fakat 1667’de halka açılmış, devrimden sonra da halka açık bir park olarak günümüze kadar gelmiş.
Louvre


Louvre’un inşaasına 1190 yılında karar verilmiş, Paris’i korumak için kale olarak tasarlanmış. 1500lü yıllarda ise bina, krallara ev sahipliği yapmış. Fransız Devrimi sonrasında ise burayı müze haline getirme fikri somut olarak 1793 yılında gündeme gelmiş. O dönemden beri birçok değişikliğe uğrayarak günümüzdeki haline gelmiş. Ieoh Ming Pei tarafından tasarlanan cam piramit ise 1989 yılında tamamlanmış.
Louvre’u gezmekle ilgili çeşitli bilgileri yukarıda verdim, müzeyi ziyaret etmek için biraz yukarı çıkmanızı ve birinci güne bakmanızı rica ediyorum, sevgiler.
Palais Royal – Colonnes de Buren (Les deux plateaux)

Palais Royal, 1633-1639 yılları arasında Cardinal Richlieu için inşa edilmiş ve Richlieu, ölümüne kadar burada yaşamış. 1780lerde büyük bir restorasyona uğramış, etrafına yeni binalar, bahçeler eklenmiş. Zamanla halka açılmış, caféleri, butikleri ile canlı bir yer haline gelmiş.
Colonnes de Buren ise eğer bir-iki blogger takip ediyorsanız mutlaka görmüş olduğunuz, siyah beyaz çizgili sütunların olduğu bir alan. Daniel Buren tarafından 1985-86 yılları arasında yapılan ve Palais Royal’in iç avlusuda bulunan tartışmalı bir enstalasyon, asıl adı ‘les deux plateaux’ fakat Colonnes de Buren olarak biliniyor. Ben de tabii burada bir arabesque yaparak poz vermeyi ihmal etmedim, çünkü neden olmasın.

Trocadéro’da gün doğumu ile başlayan günün öğlene kadar olan kısmını bol detaylı haliyle bu şekildeydi, otelde küçük bir mola vererek gezimize devam ediyoruz, biraz müze gezelim.
Centre Pompidou

Ilk geldiğimde gidemediğim için, bu seferki Paris ziyaretimin odak noktası Centre Pompidou’ydu. Burası adından da anlaşılabileceği gibi sadece bir müze değil, aslında bir kompleks. İçinde müzesi, kütüphanesi, dönemsel film gösterimleri yapılan sineması, cafési, kitapçısı var. Çok sağlam bir kalıcı koleksiyona ev sahipliği yapıyor, benim müzeye gitmemin en önemli nedeni olan Kandinsky başta olmak üzere, Picasso, Henri Matisse, Jackson Pollock, Yves Klein, Joan Miro, Otto Dix, Georges Braque, Fernand Léger, Juan Gris gibi dev isimlerin eserlerini görebilirsiniz. Çoğu müzenin yaptığı gibi geçici sergilere de ev sahipliği yapıyor, ben gittiğimde Francis Bacon sergisi yeni başlamıştı, yakın zamanda gidecekseniz Ocak 2020’ye kadar sürecekmiş, aklınızda olsun.


Böyle bir modern sanat merkezi yapmak, dönemin cumhurbaşkanı Georges Pompidou’nun fikriymiş, 1969 yılında bu fikir ortaya atıldıktan sonra tasarımı için bir yarışma düzenlenmiş, 1977 yılında merkez açılmış. 1997-1999 yılları arasında büyük bir renovasyon gerçekleştirilmiş, neredeyse tüm alanı yenilenmiş ve 2000 yılında tekrar faaliyete başlamış. Bugün Avrupa’daki en önemli ve en bilinen modern sanat merkezlerinden biri ve yılda ortalama 3.5-3.8 milyon ziyaretçi ağırlıyormuş.

Müzenin koleksiyonu geniş ve keyifli, 3-4 saatten az zaman ayırmamanızı öneririm, müzeyi gezdim, kitapçıya baktım, kahve içtim dinlendim falan derken siz bir yarım gününüzü ayırın en iyisi.
Centre Pompidou Salı günleri kapalı, diğer günler 11.00-22.00 arası açık, sergi alanları 21.00’da kapanıyor. Perşembeleri 23.00’a kadar açık (sadece altıncı kattaki sergiler bu saate kadar açık)
Ulaşım: M1 veya M11, Hotel de Ville durağı, veya M11 Rambuteau durağı, veya M1, M4, M7, M11, M14 hatlarından birini kullanarak Chatelet’de inebilirsiniz, yürüme mesafesinde.
Geçici ve kalıcı tüm koleksiyonu gezmek isterseniz bilet 14 Euro, indirimli olanı ise 11 Euro.
Bu arada Pompidou Centre o kadar güzel bir yerde ki, oralardan ayrılmadan önce etrafında dolaşmayı ihmal etmeyin, Place Igor Stravinsky’de muhteşem murallara denk geleceksiniz, gözünüzden kaçması imkansız (biri zaten dev bir Salvador Dali). Eğer buradaysanız Le Marais bölgesinin de dibindesiniz, Le Marais ile ilgili daha fazla bilgi vereceğim siz olayı anladınız, bu çevrede geçirebileceğiniz kadar zaman geçirin, Paris’in en keyifli yerinde bulunuyorsunuz.


Rue de Rivoli- Rue de la verrerie
Meşhur alışveriş caddelerinden olan Rue de Rivoli, Place de la Concorde’un oradan başlıyor, dördüncü bölgeye kadar devam ediyor. Burada da yine çeşit çeşit mağaza var, bildiğiniz bilmediğiniz birçok yer görmeniz mümkün. Ana alışveriş caddelerinin kuralı, ara sokaklara dalmaktır çünkü mutlaka oralardan daha orijinal şeyler çıkar, daha önce hiç bu kuralı bozan bir şehir görmedim.

Vintage meraklısıysanız ama tasarım vintage zımbırtılarına yüzlerce binlerce Euro vermek istemiyorsanız (kusura bakmayın sevgili Chanel, Dior ve türevleri, sizin tasarımlarınıza zımbırtı demiş bulundum, alınmazsınız değil mi) sizi Rue de Rivoli’nin hemen arkasında, Rue de la verrerie’ye alalım. Burada vintage meraklıları tarafından talan edilen iki mağaza var; biri Kilo Shop diğeri de Free ‘p’ Star. Ikisi de son derece ucuz ve çok çeşitli şeyler var, o yüzden böyle şeyler hoşunuza gidiyorsa kaçırmayın. Bu arada çok kalabalık oluyor söyleyeyim, alışverişinizi hafta içi gündüz saatlerine getirmeniz mümkünse çok daha keyifli olabilir. Kilo Shop Avrupa’nın birçok şehrinde olan bir mağaza (ama tabii böyle işlerin merkezi Paris bence), bildiğiniz kilo ile kıyafet satıyorlar, belirli kategorilerin belirli kilo fiyatları var. Free ‘p’ Star ise ismini, ikinci el kıyafet anlamına gelen friperie kelimesinden alıyor. Ben eskiden böyle şeylere meraklıydım sonra hiç ilgim kalmadı ama yine de böyle dükkanlara girmeden edemiyorum.
Bolca modern sanat dozumuzu aldıktan sonra, Café de Flore ve Les Deux Magots’ya gitmek için St. Germain de Prés’ye uğrayıp Hard Rock Café’ye geçiş yapıyoruz, aslında Saint-Germain-de-Prés hakkında çok öneri ve bilgi yazılabilecek bir bölge ama burada fazla zaman geçirmediğim için keşif yapamadım ve denemediğim şeyleri yazmak istemiyorum, bir sonraki Paris seyahati için listede ilk sıralarda. M4 ile St. Germain des Prés durağında inerek ulaşabiliyorsunuz.

Gittiğiniz şehirlerde Hard Rock Cafélere uğramak ve tişört almak gibi bir alışkanlığınız varsa Paris’tekine M9 hattıyla Richlieu Drouot veya Grand Boulevards duraklarından birinde inerek ulaşabilirsiniz, ikisinin ortasında kalıyor. Şahsen benim ilk Hard Rock Café tişörtüm buradandı, kendisini bir süre kullandıktan sonra kesme kararı aldım, o şekilde de bir süre kullandıktan sonra bu iş artık olmayacak diye çöpe attım. Dolayısıyla bu gelişimde yepyeni bir Hard Rock Café Paris tişörtü almam kaçınılmazdı.
Bu kadar aktivite sonrasında artık yavaş yavaş gün batımına gelmiş bulunuyoruz ve günün son turistik aktivitesi için Montmartre’a doğru yola çıkıyoruz.
Sacré-cœur Bazilikası- Montmartre

Montmartre, Paris’in geri kalanından daha farklı bir atmosfere sahip bir bölge, özellikle sokak sanatçılarıyla ünlü. Zamanında Picasso, Touluse-Lautrec, Monet gibi dev sanatçıların bazılarının buralarda stüdyoları varmış, cafélerde takılırlarmış. Zaten Paris öyle bir şehir ki, o dönemin bütün sanatçılarının yolu bir şekilde buradan geçmiş, nereye baksanız ‘hmmm burada da Picasso şarap içerdi’ gibi bir şey çıkabiliyor.

Buranın sokaklarında gezerken Mon P’tit Caramel diye bir dükkana denk gelip çeşit çeşit tuzlu karamel aldım, çok sevimli bir dükkandı ve karamelci amca da çok sempatikti çantama bir ton fazladan karamel attı hepsini de yedim kendisine buradan tekrar teşekkürler.
Montmartre aynı zamanda vintage severler için de güzel alternatifler sunuyor, ara sokaklarda çok güzel vintage mağazalar çıkabiliyor meraklıysanız mutlaka bakın.

Sacré-cœur’ün hemen arkası, Place du tertre ise Google’a Montmartre yazarsanız göreceğiniz ilk manzaralardan, bütün o sokak sanatçılarının, cafélerin olduğu en ünlü meydan.
Espace Dali, Musée de Montmartre, Musée de la vie romantique gibi müzeler de bu bölgede yer alıyor, maalesef gitmeye vaktim olmadığı için detaylandıramıyorum.
Sacré-cœur Bazilikası da Paris deyince ilk akla gelenlerden, 1875-1914 yılları arasında, Roma-Bizans mimari stilinde inşa edilmiş. Burası da tabii ki vazgeçilmez turistik aktivitelerden, merdivenlerine oturup Paris’e tepeden bakarak makaron yemeyi ihmal etmedim. İçini gezebiliyorsunuz bir de tepesine çıkabiliyorsunuz ama zaten şehrin epey tepesindesiniz, ben gerek duymadım, seçim sizin.


Ulaşım: M12, Abbesses durağı. (Paris’e daha önce gitmediyseniz uyarı: Bazilika’ya çıkmanın iki yolu var, biri teleferik diğeri ise yüzlerce merdiven, hava durumuna göre tercihi siz yapın, güneşin altındaysanız o merdivenleri çıkmak yarım günlük bir aktivite hissi verebiliyor.)
Moulin Rouge
Geldik bir başka meşhur bölgeye, Pigalle’deyiz. Burayı okurken hemen açın, şarkı tavsiyesi: El Tango de Roxanne- José Feliciano, Ewan McGregor, Jacek Koman
Montmartre’a çıktıysanız Moulin Rouge’a yürüme mesafesindesiniz demektir, aşağıya doğru ilerleyin. Zamanında birtakım kirli işlerin döndüğü Pigalle, şu an karmaşık dokusu sayesinde Paris’in en popüler bölgelerinden biri. Gece hayatının canlı olduğu, yine bol bol vintage dükkanı olan enteresan bir bölge. Tabii ki en turistik noktası ‘Moulin Rouge’, benim aklıma Moulin Rouge deyince şovlardan ziyade şu geliyor: ‘’The greatest thing you’ll ever learn is just to love and be loved in return.’’

Rue des Martyrs, dükkanları ve caféleri ile buranın en popüler caddelerinden. Meşhur şekerci (Fransızcası ‘confiserie’, şekerci deyince kulağıma bir garip geldiği için ekleme ihtiyacı duydum) A L’Etoile d’Or ve meşhur kokteyl barı Lulu White Drinking Club buralarda, bir dahaki sefere denenecekler listemde.
Ulaşım: M2 veya M12, Pigalle durağı.
Sabah altıda başlayan ve yapmadığımız aktivite kalmayan ikinci günü de bitirip otele döndüm, üçüncü gün Le Marais’de geçti.
Gün 3
Keyifli ve yorucu bir günün ardından üçüncü günün akşamı Lille üzerinden Brüksel’e geçeceğim için tren saatine kadar günümü Paris’in aşık olduğum bölgesi olan Le Marais’de geçirmeye karar vermiştim, planlarımı gerçekleştirmeyi başardım. Aslında bu yarım güne bir müze daha mı eklesem diye düşündüm ama müze gezmek başlı başına bir aktivite, oraya buraya sıkıştırmak yerine bir dahaki sefere diyerek bıraktığım müzeleri ve diğer yerleri yazının sonunda sıralayacağım.
Les Halles- Le Marais
Les Halles, yazının başında da bahsettiğim gibi birinci bölgede kalıyor, benim otelimin bulunduğu mahalle diyebiliriz. O yüzden Le Marais’ye gitmeden önce buraları bir güzel gezdim, kruvasanımı kahvemi Le Monde’umu alıp keyfimi yaptım, Fnac’tan kitap aldım, boş boş sokaklarda gezip fotoğraf çektim. Bir yeri keşfederken en sevdiğim şey en az birkaç saat ayırıp sokaklarda dolaşmak ve kaybolmak, fotoğraf çekmek. Paris bunu yapabileceğiniz en güzel şehirlerden biri.
Le Marais, üçüncü ve dördüncü bölgede yer alıyor ve gerçekten yapılacak çok şey sunuyor, benim trenim olduğu için vaktim kısıtlıydı, yapabildiğim aktivite sokaklarında bolca gezip kaybolmak, makaron almak, fotoğraf çekmek ve en sonunda tipik bir Fransız restoranında yemek yiyip şarap içmek olsa da, en çok önerilen yerleri size sıralayacağım ki gidin görün, benim için de bir dahaki Paris gezisinde aklımda olsun.



Müzelerle başlayalım. Bir kere Musée Picasso burada, zamanında doğduğu ev olan Malaga’daki müzesine gitme fırsatı bulmuştum ama buradakine hiç gitmedim. Maison de Victor Hugo da burada, Victor Hugo 1832- 1848 yılları arasında bu evde yaşamış. Endüstriyel tasarım ilginizi çekiyorsa Musée des Arts ve Métiers’e de bir göz atabilirsiniz.
Place des Vosges, Paris’in en eski meydanlarından biriymiş. Kahvenizi, sandviçinizi alıp keyif yapacak bir yer arıyorsanız burası tam size göre (benim de aklım fikrim kahve alıp keyif yapmakta, bu yazılardan bunu anlıyorum).
Le Marais’de birçok tasarım dükkan var. Hem vintage hem orijinal birçok şey bulmanız mümkün, ünlü markaların butikleri de bu bölgede yer alıyor.
Buranın en ünlü sokaklarından biri Rue des Rosiers, zamanının en ünlü Yahudi sokaklarındanmış, eski evlerle dolu sevimli bir sokak.
Ayrıca buranın caféleri, restoranları da o kadar tatlı o kadar Parisien ki, onlarla ilgili detaylar Paris Yeme İçme Rehberi’nde.

Yazının sonuna gelmek üzereyiz, bu arada tekrar belirtmek istiyorum Paris’te yapacak o kadar çok şey var ki, benim yazdıklarım sadece bir kısmı, dolayısıyla bu eksiksiz bir Paris gezi rehberi kesinlikle değil. Hem sizin işinize yaraması için hem de bir sonraki Paris gezimde arada kaynayıp unutulmasın diye, buyrun size liste:
- Musée d’Orsay
- Musée de l’Orangerie
- Musée Picasso
- Maison Victor Hugo
- Musée Rodin
- Place des Vosges
- Jardin de Luxembourg
- Opéra Garnier
- Quartier Latin ve Saint-Germain-des-Prés keşfi
- Galerie Vivienne
- Galignani Livres
- Place Vendome
- 59 Rivoli Aftersquat
- Shakespeare& Company çantası al (bu not tamamen benim için)
- İstiridye ye (bu da benim için, sezonu tam gelmediği için yiyemedim)
Son- Birtakım İpuçları

Fransa’da yazılı olmayan bir kural olarak şunu sakın unutmayın: restorana, dükkana, bilmem nereye girdiğinizde BONJOUR diyin. Çok zor değil, çok kapı açıyor, benden söylemesi. Çıkarken de bir ‘bonne journée’ ya da ‘au revoir’ gayet hoş olur. Please yerine de ‘s’il vous plait’, thanks yerine de ‘merci’ sözcüklerini de ihmal etmiyoruz. Ha zorunda mısınız tabii ki değilsiniz, bunları söylemeyince size berbat mı davranıyorlar, tabii ki hayır, ama küçük tatlılıklar işte, size kalmış. Yine de ‘bonjour’ konusunda ısrar edebilirim, bari onu diyin.
Kahve sipariş verirken ‘café’ derseniz size yüzde doksan dokuz ihtimal tek shot espresso getireceklerdir. Uzun çekim için ‘café allongé’ demeniz gerekiyor.
Yazının başında da belirttim, yine söylüyorum, çantanıza telefonunuza sahip çıkın, çok da şaşkın gezmeyin. Özellikle metroda bu konuda sık sık uyarı geliyor.
Bol bol yürüyün, yürüyün ki Paris atmosferine aşık olun benim gibi.
Şehri tepeden göreceğim derseniz, tekrar söylüyorum Eiffel yerine Arc de Triomphe daha iyi seçim. Hatta Centre Pompidou’dan da bunu gerçekleştirebilirsiniz, keyifli bir manzarası var. Veya direkt Sacré Coeur’e gidin, Montmartre zaten Paris’e tepeden bakan bir bölge.
Midnight in Paris filmini izlemediyseniz sizi çok ayıpladım, o benim en sevdiğim film, gidin hemen izleyin. Şaka bir yana, Paris’te her köşenin sanat olması boşuna değil, filmi izleyince de daha iyi anlayacaksınız.
Üç gün dedik, kısa kısa gezdim dedik falan ama yine devasa bir rehber çıktı çünkü Paris’te yapılacak çok şey var. Yeme içme konusuna burada hiç girmedim fark ettiyseniz, yazı boyunca söyledim, onun için size ayrı bir rehber yazdım, buradan buyrun (kendi reklamımı yapmayı severim.)

De Paris avec l’amour, bir sonraki Paris gezimizde görüşmek üzere.
☘️